Nereden Nereye / Bölüm 2

Yine 2005 yılında, Ağrı Kesici'nin ikinci sayısı için yazıldı:

Nereden nereye… (Bölüm 2)
Nerede kalmıştık?...Ama durun, devam etmeden önce bir düzeltme yapmalıyım: efendim, geçen sayıda son bölümde bahsi geçen grup Deimos değil, black metal grubu Ebonsight idi. Bakın demek ki Asafated ne kadar etki bırakmış ki ardından sahne alan grupları doğru düzgün hatırlamıyorum! :)
Evet, günah çıkarttık, kaldığımız yerden devam edebiliriz. Had safhada kişisel ve biz kimiz, ben kimim, neler oldu yahu buraya gelene kadar ve şu an ne yapıyoruz gibi konulara parmak basan yazım bakalım nereye varacak…
Arada biraz günlük karıştırdım. Geçen sayıda bahsi geçen Death Shall Rise festivali’ne Carnate’ten Nuri ile gitmişim mesela. O zaman da kankaların çoğu grupları olan elemanlardı. Örneğin Volvox Duygu çok iyi arkadaşımdı (Şebnem’le de onun sayesinde tanışırız). Alt Kemancı’da çalardı Volvox bir dönem. Biz de hem onları, hem de Cherokee’yi dinlemeye giderdik. Vokalisti Murat (şimdiki Pentagram) eşimle benim Queensryche sevdiğimizi bilir, biz geldiğimizde göz kırpıp coverlarını söylerdi muhteşem yakışan sesiyle. Ama alt Kemancı’ya nadiren ve sırf bunlar için giderdik. Yoksa mekan tabii ki eski Kemancı’ydı! Yeri gelmişken o günlerden enteresan bir anekdotu aktaralım burada: 1994 yılında Kemancı’da çaldırmaya çalıştığımız Anathema’yı tam tamına bir (!!!) dakika sonra çıkarmış DJ tekrar beğenmeyerek! Şimdiki popülerliklerine ve adeta onlardan kaçış olmamasına bakınca ne komik geliyor. Fakat doom-death yavaş yavaş tanınmaya başlayınca özellikle My Dying Bride kısa bir süre sonra doom’cu arkadaşlar tarafından saygı görmeye başlamıştı. Catafalque Gökhan’la MDB tişörtüm sayesinde tanışmıştım mesela, o dönem MDB dinlemek “sıkı dinleyici olmak”la eşdeğerdi çünkü ve hemen konuşma zemini yaratırdı. (Zaten tişörtlerim sayesinde kaç kişiyle tanıştığımın sayısını ben çoktan şaşırmış durumdayım!)
Bu yıllarda yerli gruplarımız maşallah bol bol konser verirdi, özellikle Yıldız Üniversitesi daha önce de dediğim gibi bu yüzden en sık uğradığım “mekan”lardan biriydi. 94 Kasım’ındaki Nekropsi/Undermost konseri çok önemlidir benim için demiştim mesela. Bir yıl sonraki Parricide/Darkfall/Justness konserine Ali Poyrazoğlu’nun bile gelmiş olmasına ne demeli? Yine aynı yıl ve ayda Asafated/Vital Torment konseri olmuştu aynı mekanda. Bu böyle sürüp gitmekteydi, bir hareket, bir bereket, sormayın gitsin. Biz de metalci metalci takılmakta, arkadaşlarla eğlenelim derken mahallenin galeyana bile gelip evimizin altında toplanmasına, bağırıp çağırıp bizi dışarı çıkarmaya çalışmalarına bile sebep olmaktaydık. (Yok, valla kötü bişi yapmadık! Sadece ben ve üç adam boyanıp, saçları önümüze döküp çıktık dolaştık, bi arkadaşımız da biraz hırladı…birileri kaldırımdan düştü bize bakacakken, bi araba neredeyse kaldırıma çıkıyordu aksine, bi çocuk “Baba canavar bunlar! Seslerini duyduuum!!!” diye üç tekerlekli bisikletiyle sendeledi, hacı bakkal bize “bi küçük vişne suyu” isteyince nasıl en hızlı şekilde vereceğini bilemedi, e bir de asansörden inen kapalı hanımlar biz binecekken nereye kaçışacaklarını şaşırdılar o kadar. :)) İşte günler böyle, kah gülerek, kah düşündürerek geçmekteydi…
Neyse efendim, şimdi zamanda biraz atlama yapalım. Sene 1996. Hep Boğaziçi Üniversitesi’ne arkadaşlarını ziyarete gelen, sürekli karşılaştığım Cenk’le tanışmışızdır ve bir anda o bizim daimi misafirlerimiz arasına girmekle kalmaz, benim en yakın arkadaşım olur, hatta bu tanım hiç yeterli değil ama başka kelime yok ki bunun için...Her saniyemizi beraber geçirmeye başlarız. Evimizdeki partilere dolayısıyla artık Nekropsi elemanları da dahil olmakta ve tayfa gitgide genişlemektedir. Nekrop Tolga ile birbirimizi makyaj malzemelerimle güya corpsepaint şeklinde boyayıp eğlenmekteyizdir örneğin (o günlerde nereden bulacaksın gerçek corpsepaint malzemelerini, aah ah…). Buna düzenli olarak bizi ziyarete gelen Ankara tayfasını (şimdiki Ominous Grief elemanları olsun, eski Witchtrap elemanları olsun) da ekleyecek olursak hareket ve eğlence hiç eksik değildi diyebiliriz. Hatta Ankara ve İstanbul tayfaları olarak Bolu’da buluşup düzenlediğimiz göl başı mangal partileri de efsanevidir. 30 kadar metalci düşünün, hava şartlarına aldırmaksızın piknik yapan, top oynayan, azan, coşan, süper bir ortam yaratırdık. Bir keresinde delicesine kar yağarken sis pus içindeki ormanda afedersiniz popolarımız donarak bile inatla mangal yaptık ve korkunç eğlendik soğuktan doğru dürüst konuşamazken! Günübirlik bu maceralardan sonra yorgun argın herkes kendi şehrine dönerdi metalini dinleyerek. Üşenmiyorduk o zaman, şimdi de mümkün olsa üşenmeyiz, ama herkesin bir takım ayak bağları oluştu işleri zorlaştıran, en başta iş hayatı olmak üzere.
Herneyse, İstanbul’daki metal piyasasında tayfamızın kurup dağıttığı çeşitli gruplar arasında örneğin Dip Gürültüsü vardı. Kankalarımla takılmak için çalışmalarına giderdim, şarkı sözlerine hastaydım, Okan’ın bunları çalışmalarda tamamen sallamasına da! :) Sonra bu grup son bulurken Ex-Humanity kuruldu, gruba Özgür (şimdi Soul Sacrifice ve sayısız başka grupta bas çalıp vokal yapan) dahil edildi. (Hatta Özgür’le tanışma cümlemiz şudur: “Aaa, sen şu Anathema’yı tanıyan kız mısın?”:)) Ex-Humanity harika gruptu ama maalesef o zamanki şartlar şimdikilerden kat kat kötü olduğu için doğru düzgün bir kayıtları bile olamadan dağıldılar. Gerçi Özgür’lerde geçirdiğimiz haftasonu yapılan kayıt duruyor ama sizlerin bunları dinleyememeniz gerçekten üzücü. Aslında birçok grubun yarattığı birçok harika parça imkansızlıklardan dolayı kaydolamadan silinip gitti ya, çok üzülürüm hep. İyiki Pagan bunlardan biri olmadı. Türkiye’de yapılmış en iyi black metal albümlerinden “Heathen Upheaval”ın kayıt dönemlerinde hep stüdyoya giderdim, zira Cenk resmi olmayaraktan Pagan’a girmişti bu albümün kayıtlarında çalmak üzere. Harika müzik, harika vokallerle vakit geçiriyordum orada. Maalesef Pagan da muhteşem konserler verdi ve dağıldı, vokaller Veb Noctivagus (Emre) ve Talciron (Arda) dünyanın çeşitli ülkelerine göçtüler. (Bir tek War –Savaş-’ı hala aramızda ve extreme metal yaparken görebiliyor ve takdir edebiliyoruz.) Cenk bu arada Asafated’a girmişti, eh, dolayısıyla bütün bu grupların elemanları bizim en yakın arkadaş çevremizi oluşturuyorlardı. Zaten şarkı sözlerinin kontrollerini ya da tercümesini her zaman bana yaptırıyorlardı, hala olduğu gibi. Örneğin Asafated’in “Tout va bien” EP’sinin. Ama sadece bu şaheserin sözlerinde ufak da olsa bir rol oynamış olmak değil, kaydının her aşamasını bilmek, Stüdyo 18’de gitar kayıtlarının her saniyesinde Cenk’in yanıbaşında oturmuş olmak, günlerimi orada geçirmiş olmak da bana hala gurur verir. Bence Türkiye’de yapılmış en iyi işlerden biri. Ve itiraf ediyorum, EP’ye adını veren parçayı her dinleyişimde gözyaşlarım sanki “on” düğmesine basılmış gibi akmaya başlıyor, o derece yoğun, o derece duygu yüklü.
Bir gün, benim için ne kadar önemli olacağını hiç tahmin etmediğim bir gün - Asafated Atilla bana gelir ve der ki (ilk Anathema Türkiye konseri gerçekleşecektir): “Seyda, Anathema’ya tercüman ve rehber arıyorlar, ben de seni önerdim. Elemanları tanıyorsun nasılsa.” İlk şoktan sonra tabiî ki atladım bu göreve ve bundan sonra hep devam edecek olan grup rehberliği işime ilk adımımı atmış bulundum (bunu geçen sayıda da dediğim gibi RTN’nin grup rehberi olarak kuruluşundan beri sürdürmekteyim). Anathema’nın konserlerinde rehberliklerini yapmakla kalmadım, o derece arkadaş olduk ki arada yazıştığımız mailler bir yana, geçen Rockistanbul’da Vincent’ın beni görünce “Hey Seyda!” diye koşarak yanıma gelmesi ve sarılması millet dumurlara gark etmiş, “Oha, tam tersi olması gerekirdi yaa!” dedirtmiştir. Aslında bütün o taptığımız müzisyenlerin ne kadar da normal ve bizim gibi olduklarını gözümüzün önüne getiremediğimiz başlarda, ileride onlarcasıyla basbayağı dost olacağımı bana söyleselerdi hayatta inanmazdım herhalde, ama artık o kadar çoğunu tanıyorum ve ne kadar normal ve mütevazi olduklarını biliyorum ki tam tersine “rock star” tavırları şaşırtıcı oluyor!
Ama geçmişe dönelim yine. Ben okula ve tabiî ki metalciliğe devam ediyor, bir yandan da asistanlık yapıyordum. Arada aldığım otostopçuları (B.Ü’de otostopla güney kampüsten kuzeye gitme geleneği vardır) At the Gates’e, Hypocrisy’e filan boğuyordum. Saç uzatmış sert görünümlü arkadaşın biri bir keresinde önce arkadaşlarıyla bakıştı, sonra çekingen bir şekilde “Eee, pardon…Sepultura mı bu acaba??” diye sordu. Aldığı cevap “Hayır, Marduk!”tu. 1996 yılında Türkiye’de henüz bunlar ve birçok başka extreme grup bilinmiyordu. Ben birçoğunu Cenk’e ilk kez arabada dinletiyordum. Çok zevkliydi “oha lan bu neymiş” muhabbetleri. Şimdi her şey internette bir klik’e bakıyor ya, hiç heyecanı yok bence. Eskiden arkadaşlar birbirlerini gruplardan haberdar eder, “olm şunu dinledin mi lan, süper” diyip birbirlerine kaset, cd falan verir dururdu. Daha önce de dediğim gibi bilgi edinmek, yeni grupları keşfetmek daha zahmetliydi, ama elde edilenler ve öğrenilenler çok daha değerliydi. Şahsen beni mp3 olayları filan hiç çekmiyor bu yüzden. Hala daha yeni bir grubu önce bir compilation’da dinleyip ya da bir dergide, klipte filan görüp beğenip ya da bir arkadaştan duyup merak ediyor, sonra gidip orijinal cd’sini alıyorum. Eski alışkanlıklar yerleşmiş fena halde!
Kişiselliğe devam: evliliğime bir son verdim kaçınılmaz olduğu noktada. Çok nahoş bir tecrübe. Bir insanla yollarını ayırmak, artık ortak noktan kalmasa bile, çok zor ve çok acı birşey. Yediğin arkadaş kazıkları, insanlara duyduğun güvenin yerle bir olması cabası. Ama “that which doesn’t kill me only makes me stronger” demiş atalarımız. Yoluma Cenk’le devam ederken ikimizin de metal’e adanmış kişiler olmamız hayatımızı son derece zevkli ve “rakınrol” kılıyordu. İşi iyice profesyonelliğe dökmek adına Ahmet San’dan ders alıp kendisinden “Show Business ve Müzik Endüstrisi” sertifikası bile aldık. Bu sertifikayı alan diğer 7 kişi ne yapıyorlar bilmiyorum ama biz inatla müziğin içindeyiz asla vazgeçmemecesine ve arada ekonomik krizle eğlence sektörünün bir süre sekteye uğramasına rağmen.
Cenk eskiden Rock! dergisinde yapmış olduğu yazarlığını devam ettirmese de ben iyiden iyiye zevk almaya başlamıştım bu işten. Daha önce metal piyasasının en aykırı, en çığır açan, an kült dergisi olan Laneth (sonra da Non Serviam)’da da birkaç ufak tefek yazı yazmışlığım varken, bu güzelim fanzinin yeniden doğuşunun uzun sürememiş olması üzdü hepimizi. Ben de gruplara rehberlik ettiğim konserlerde yaşadığım olayları ve muhabbetleri – zaten yaratıcı tayfasıyla çoktan can ciğer kanka olduğumuz – delikasap webzine’i aracılığıyla paylaşmaya başladım herkesle (hala bilmeyen varsa: www.delikasap.com).
Bu arada hayat tabii ki tüm acımasızlığıyla beni çalışmaya zorluyor ve bu iş maalesef müzikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir iş olmanın yanısıra bana, çok istediğim halde, davul veya gitar ya da her ikisini de, öğrenecek zamanı bırakmıyordu. Ses desen zaten karga gak demişti. Hiçbir şansım yoktu yani sahnede olmak konusunda. Tek yapabildiğim ve iddialı olduğum konu iyi bir dinleyici olmaya ve müzikle ilgili her türlü işin perde arkasında rol almaya devam etmekti. Sadece grup rehberliği değil, basın toplantılarında tercüme, konser organizasyonu vb. işler yapmaya devam ettim ve ediyorum. Bir müzisyen olarak Türkiye şartları Cenk’i ise metalden uzaklaşmaya, Spitney Beers, Aylin Aslım, Aslı gibi projelere itiyordu, birçok aslen metalci olan müzisyenin de yaşadığı gibi. Metal’le hayatını kazanmak zaten dünya üzerinde çok az insana nasip olurken bu ülkede hiç mümkün değildi, bunu yıllardır biliyorduk zaten. O yüzden maalesef diğer, “esas” işlerden arta kalan zamanlarda, zaman yaratarak, gerektiğinde uykusuzluğa, parasızlığa, yorgunluğa katlanarak yapılan birşey olarak devam ediyor. Kimisi bu ekstra çabaya ve yorgunluğa bir yerden sonra katlanamıyor. Ben hayat boyu sürdürme inadındayım, şu veya bu şekilde. Zira hayatımın eksenini ve anlamını oluşturan şey müzik, müzik de benim için metal ve türevleri demek.
Bu dergi için teklif geldiğinde tabii ki reddetmem düşünülemezdi! Metal yaşayan, metal soluyan ben bir metal dergisinde, metal adına yeni bir oluşumda yer almayacağım – mümkün değil! İşte bu sebeple zevkle ve heyecanla kabul ettim bu teklifi. Özellikle şu sıralar hayat yine tüm acımasızlıklarını üzerimde bir bir ve soluk aldırmaksızın denerken, “dur bakalım daha ne kadarına dayanabiliyor” oyununu oynarken, dergiyle uğraşmak, sonra da bir somut bir sonucu eline alıp inceleyebilmek biraz olsun anlamlı ve mutluluk verici bir uğraş. (Evet, vıcık vıcık duygusal oldu bu, ama öyle, napalm!) Ben bu dergide ne yazacağım peki? İşte o değişebilir. Bir Death, Thrash ve Black manyağı olarak bunlarla ilgili yazılar bekleyebilirsiniz benden. Ama bir gün size örneğin bir Corrosion of Conformity yazısı da yazabilirim, o da sevgi dağarcığıma girdiği için, bir dahaki sefere mesela bir Old Man’s Child yazısı, bir sonrakinde bambaşka bir şey, belki arada yine ufak bir nostalji dalgası yaşatabilirim, zira anılar anlat anlat bitmez, ya da şu anki durum ve gelişmelerle ilgili bir yazı yazmak gelir içimden, hiç belli olmaz. Belki beni sevindiren, belki sinirlendiren bir şeyi yazabilirim bazen de. Bu sayfaları şu an belli bir formata sokmayı düşünmüyorum. Yaşasın underground ruhu ve belirsizlik diyorum bu konuda! Ama zamanı gelince bir King Diamond/Mercyful Fate yazısından kaçamayacaksınız, en azından orası kesin! :) Şu an için umarım bu ilk sohbetsi ve özetsi yazı sizi de benim gibi nostaljiye sürüklemiş ve kendi anılarınızı tazelemenize sebep olmuştur, ya da yeni nesile kendilerinden önce nelerin olduğunu, kimlerin neler yaptığını biraz olsun yaşatmış ve perspektiflerini biraz daha düzgün bir şekilde oturtmuştur. Nereye gideceğimizi ise zaman gösterecek. Bundan sonraki anıları beraberce oluşturmaya devam etmek üzere, şimdilik yine hepinize “stay heavy” diyorum ve yatmaya gidiyorum. Yarın Rock Republic var, enerji toplamak lazım!
Seyda “Abigail” Babaoğlu

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Megadeth'in ilk İstanbul konseri

Rock the Nations Festival I

Manowar Konseri 2005