Megadeth'in ilk İstanbul konseri

Bu yazı Laneth dergisinde yayınlanmıştı:

MEGADETH İSTANBUL’U SALLADI...DEEERMİŞİM

Sayın siyahlı kitle, biliyorsunuz ki Megadeth yıllarca süren bir bekleme süresinden sonra nihayet topraklarımıza teşrif edebildi. Bugünkü dersimizde bu olayın perde arkasını inceleyeceğiz. Organizasyonda görev almış biri olarak yaşananları siz sayın senatörlerle paylaşmaktan gurur duyacağım. Ancak yazıma başlamadan evvel bu konseri, zarar etmeyi göze alarak ve birçok zorluğa katlanarak gerçekleştiren güzel insanlar Tansel, Selda ve Tağmaç Tetik’e ve tüm Atlantis Müzik ekibine ve Emre Alkoç’a, herkes adına teşekkür ederim. Onların çabaları olmadan bu efsaneyi İstanbul’da izleyebilmemiz mümkün olmayacaktı.
Sayın Romalılar, Atlantis Müzik ile hep birlikte haftalardır sürdürdüğümüz hummalı çalışmaların ( humma???) sonucunda beklenen gün geldi ve grubun üç üyesi 2 Temmuz günü İstanbul’a ayak bastı. Esas adam Dave Mustaine aralarında yoktu, zira eşiyle Yunanistan’ı gezmekteydi ve ertesi gün gelecekti (İstanbul’u gezsenize onun yerine allallaaaa). Grup otelde dinlenirken, İstiklal’deki Mephisto basın toplantısına hazırlanıyordu. Basın bu büyük gruba yaraşır ilgiyi göstermiş ve kısa bir sürede salonu hıncahınç doldurmuştu. Ancak herkesin grubu heyecanla ayakta bekliyor olması grubun kurallarına aykırıydı ve herkes düzenli bir şekilde oturmadan gelip yerlerine oturmayı reddettiler. Herşey ayarlandı ve basın toplantısı başladı. Sorular doğal olarak çok çeşitliydi, cevaplar ise duymaya/okumaya alışık olduğumuz türdendi. Örneğin dokuz albüm boyunca aynı tarz sözleri yazmanın çok sıkıcı olacağından, bu yüzden şarkı sözlerinin artık çeşitlendiğinden bahsetti Dave Ellefson. “Risk” albümüyle hayranlarını hayal kırıklığına uğrattıklarına cevap olarak ise Al Pitrelli, albümün isminden zaten bir risk altına girdiklerinin bilincinde olduklarının anlaşılabileceğini söyledi. Benim dikkatimi çeken nokta ise Al ve Jimmy’nin gruba tamamen uyum sağlamış görünmeleriydi. Sanki en başından beri Megadeth üyeleriymiş gibi konuşuyorlardı. Üç eleman da oldukça sempatiktiler ve sabırla soruları cevaplandırdıktan sonra bir süre de röportajlara zaman ayırdılar. Bunlar da tamamlandıktan sonra, kapının önünde birikmiş fanların heyyo heyyo bağırışları arasından geçip minibüslerine bindiler ve tekrar otele döndüler. Bütün bunlar olurken bir yandan Maslak Venue’da sahnenin kurulma işlemleri (Cenk’in liderliğinde) sürüyordu.
Akşam Taksim’deki bir restoranda buluşup grupla ve onların teknik kadrolarıyla yemek yedik. Al Pitrelli gelip yanımıza oturdu ve muhabbete başladı. Üç adet oğlu varmış (en büyüğü 16 yaşında), inanamadık. “Zaten ben de her sabah kalktığımda kendime bunu tekrar hatırlatmak zorunda kalıyorum” dedi. Oğlunun bütün arkadaşlarının Megadeth fanı olduğunu anlattı. Çocuklarıyla çok sık görüşemiyormuş, anneleriyle ayrılmış oldukları için onları hafta sonlarında görebiliyormuş ancak. Bu arada öğrendiğimiz başka ilginç bir detay kendisinin acaip miyop olduğu, lens filan da takmadığı için seyircileri hiç göremediğiymiş. “Herkes onlara baktığımı zannediyor ama aslında şu masanın ucundaki herifleri bile göremiyorum” diye açıkladı içinde bulunduğu tuhaf durumu. Neyse efendim, yedik içtik, fotoğraflar çektirdik, elimize ne geçtiyse imzalattık, Atlantis Tansel’in doğum gününü kutladık (adam Megadeth’le doğum günü partisi yaptı, var mı böyle birşey yaa!), sonra grup dinlenmeye otele gitti, biz de bir nebze olsun uyuyalım diye evlere dağıldık. Esasen bu gece bir tekne turu, ertesi gün de benim rehberliğimde ufak bir turistik gezi yapacaktık ama tur menejeri zamanın az olduğunu, bunları iptal etmemiz gerektiğini söyledi. Oyunbozan nolcak.
Ertesi günün sabahı (büyük gün diyoruz biz buna öztürkçede) huysuz kişi Dave Mustaine ülkemizin verimli topraklarına ayak bastı nihayet. İmza günü için götürüldüğü Mephisto’nun önüne ve İstiklal’in görmüş geçirmiş kaldırımlarına yığılmış binlerce heyecanlı ve dinamik fan karşısında şaşırmakla kalmayıp üstüne bir de ürken Mustaine, fanların dışarıdaki kudurgan davranışlarının aksine içeride kuzu gibi imzalarını alıp gitmelerini oldukça ilginç bulmuş. (Hatırlatın da bir daha bu kadar uzun cümle kurmiim). Yaklaşık ikibin sayıda hayranın ilgi gösterdiği imza gününde sonuna kadar sıralarını bekleyen bütün fanlar o çok değerli minik elyazısı parçasını almayı başardılar (neyimize yarıyorsa...onlar bizden alsın aslında imza, onları biz yarattık sonuçta!).
Bahis konusu grup, sabahtan beri oturma organlarımızı yırtarcasına çalışmakta olduğumuz Venue’ya vardığında bir heyecan dalgası sardı herkesi. İlk önce soyunma odalarına yerleştiler, sonra sırasıyla Jimmy ve Dave M. sahneyi görmeye dışarı çıktılar. Her zaman birşeylerin ters gitmesi şart olduğundan bugün de bu kural bozulmamış ve Temmuz’un üçü gibi abes bir günde bütün gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağmıştı (kedi köpek yağmıştı diyoruz buna özingilizcede). Bunun doğal bir sonucu olarak Venue’nun çayır çimenlik alanı bir anda Woodstock’a dönmüştü. Paç paç çamurların içinden gidip gelerek çalışmanın zorluğu bir yana, birçok aksama ve teknik problemden dolayı az kalsın konserin gerçekleşmemesi söz konusu olacaktı. Neyse ki crew ve bizim elemanların çalışmaları sonunda tüm problemler olabildiğince çözüldü.
Bir yandan konser saati yaklaşıyordu, bir yandan da basın gelmişti ve röportajlar için beklemekteydi. On’ar dakikalık üç röportaj için anlaşma yapılmıştı. Bu arada bizler de ortalıkta dolanan Ellefson, Pitrelli ve DeGrasso ile muhabbet edip takılıyorduk. Ellefson özellikle çok şirindi, tek istediği filtre kahve içmekti ama maalesef bir tek bu eksikti! “Sen Anadolu yakasında oturuyorsun dimi, orası uzak dimi, kahve makinası oradan gelecek dimi?” gibi sorularla çaresizliğini dile getiriyordu. “Biz çok basit adamlarız, ne uyuşturucu, ne sigara, ne alkol kullanırız, tek istediğimiz biraz filtre kahve ama sizde pek popüler değil galiba...” derken şokella isteyen minik bir çocuk gibiydi koskoca basçı Ellefson. (Merak edenlere: kahve makinası sonradan geldi J). Bu arada ben ona 1995’te kendilerini Youthanasia turnesi sırasında Londra’da izlediğimi, alt grubun da yine hastası olduğum Corrosion of Conformity’nin olduğunu, süper bir konser olduğunu falan anlattım. “Umarım bugün de iyi olur, nasıl hissediyorsun?” filan dedim, “Herşey gayet iyi görünüyor, güzel bir konser olacak” dedi. Herkes bu kadar olumlu ve sevimliyken, Mustaine, diş ağrısının da etkisiyle olsa gerek, alabildiğine negatif elektrik yüklüydü. Etraftaki canlı cansız herşeye garip, boş bakışlar fırlatan Dave, röportajlardan da okuyabileceğiniz/görebileceğiniz gibi basın için de pek kolay ve konuşkan bir malzeme olmadı o gün. Bu arada yine ufak bir not şeklinde eklemek isterim ki Mustaine çok fotojenik biriymiş, kliplerde olsun, konserlerde olsun süper görünüyor, bu yüzden zaten yıllardır onu olup olabilecek en yakışıklı adamlardan sayardık. Fakat gel gör ki yakından orijinallerini görünce şaşırtıcı biçimde Ellefson daha yakışıklı, daha düzgün göründü hepimize. “Ay üstüme iyilik sağlık ayol” dediğinizi duyar gibiyim ama inanın öyle!
Neyse efem, konserden önceki dakikalar böyle bir atmosferde sürüp giderken, bir yandan da güvenlik gibi konularda (tercümanlık ettiğim) son toplantılar yapılırken sıra, grubun basın için poz vermesine geldi. Bir dakika süren bu iş de tamamlanınca elemanlar sahne yolunu tuttular. Ve haftalardır beklenen, tartışılan, yorumlar yapılan konser sonunda başladı. Konserin ilk bölümünü basınla beraber bariyerlerin önünden seyrettim. Orada, karşılarında kanlı canlı Megadeth çalgıcılarını görmenin heyecanını yaşayan fanların coşkusu öyle yoğundu ki, sonradan arkalara gittiğimde seyircilerin pek de öyle heyecanlı olmadıklarını görmek beni şaşırttı. Yine de, daha sonra Cenk’le sahneye çıkıp konseri bir süre o açıdan izlediğimde gördüm ki şarkılar hep bir ağızdan söyleniyordu ve göz dolduran, yaklaşık üçbin kişilik bir kalabalık vardı Venue’da. Bu arada insan Megadeth olunca kendini nasıl hissediyormuş onu da anlamış oldum (iyiymiş, ben de Megadeth olcam!). Peki ama neden beklenen miktarda heyecan yoktu? Acaba grup seyirciyle iyi bir iletişim mi kuramamıştı, yoksa zaten kolayca şımarmaya meyilli organizmalar olan insanlardan mamül bu topluluk, Slayer’ı bile görmüş olduklarından artık karşılarında bu büyüklükteki grupları görmeyi kanıksamışlar mıydı? (Bu konuda görüşlerinizi savunan 850 kelimelik bir kompozisyon yazınız).
Konserdeki en büyük sorun sound’un çok iyi olmaması ve sesin etraftaki binalardan yansımasıydı. (Bu arada ses en net şekilde “beleştepe”den duyulabilmiş!). Konserin büyük bir bölümünü sahnenin sağ alt köşesinden, speaker’ların arasından izledim. Sesin orada da çok zor anlaşılmasına rağmen, elemanların bir bir gelip dibimde solo atmalarına değdi doğrusu. Bir bakıyorum Al gelmiş bizim köşeye sırıtıyor (mesafe o kadar azdı ki beni görebiliyordu!), bir bakıyorum Mustaine gelmiş sarı-kızıl efsanevi yelesini savurarak hızlı parmaklarıyla gitar tellerini aşındırıyor, suratlar yapıp gidiyor, sonra da uzaktan tepkimi ölçer gibi pis pis bakıyor (neden diye sormayın, valla birşey yapmadım adama!). Zaten bu yetenek küpü konser boyunca megaloman bir portre çizerek edepsiz ve ukala bir teenager’a yakışır davranışlar sergiledi. Ancak unutmamak gerekir ki bütün bu çirkeflikler Mustaine’in nevi şahsına münhasır kişiliğinin temel özellikleri olup grubun çizgisini ve tavrını yıllardır belirleyen (ve sevdiren) özelliklerdir de aynı zamanda.
Mustaine’imiz sololarını biir bir döktürürken bir yandan da herkesin hayran kaldığı Jimmy davulunu adeta saat gibi çalıyordu. Bir davul solosunun olmaması bizi üzdü doğrusu, fakat playlist de herkesi mutlu edecek bir şekilde eski-yeni tüm Megadeth tarihini kapsıyordu. Kahramanlarımız evli barklı, yaşını başını almış adamlar değilmişlercesine hareketlilerdi sahnede – en azından benim oradan öyle gözüküyordu – ve “İşte rakınrol!” dedirtiyorlardı herkese. (Ne? Herkese diil mi? Tamam, neyse...). Nefis T-shirt kreasyonlarıyla da göz dolduran grubumuz bir tek bis yaptı. En son olarak (Pitrelli’nin solosunu atamadığı) Holy Wars’ı da çalıp “Yine geleceğiz!” diyerek olay mahallinden fıyt diye ayrılan grup hemen otele kaçtı. (Biraz da dedikodu: Ellefson seyircilerden bir kızı beğenip güvenliğe onu getirmesini söylemiş ve kızı alıp otele götürmüş. Zaten otelde de bir tek o inmedi aşağı lobiye...Vay be Ellef, az değilmişsin sen de!!!). İsterdim ki, ‘95’te yaptıkları gibi Holy Wars ve ...the Punishment Due’nun arasına yine bir Black Sabbath cover’ı koysunlar ama öyle bir şekil yapmadılar maalesef.
Genel olarak başarılı geçti diyebileceğimiz konserde gönül isterdi ki bilet fiyatları daha ucuz olabilsin ve ortalık fanlarla dolup taşsın. Belki o zaman bir coşku seli yaşanması da söz konusu olabilirdi. Dünyanın en büyük gruplarından biri olduğu halde ilk kez geldiği ve sürü sepet fanının bulunduğu (ben dahil) ülkemizde ne yazık ki konser sırasında metrekareye düşen azış miktarı pek yeterli olmadı. (Bunu Panterakay ve dostu telafi etmeye çalıştılarsa da inanılmaz bir sorumsuzlukla mikser masasına basarak sahneye fırlamaları konserin iptal olmasına sebep olabilirdi, neyse ki birşey olmadı). Yalnız burada bilet fiyatlarını eleştiren arkadaşlara bir açıklama da yapmak istiyorum. Fiyatın ucuz olduğunu iddia edecek değilim, ancak bu konserin maliyeti inanılmaz boyutlarda olduğundan iki seçenek vardı: konser ya hiç olmayacaktı, ya da bu fiyata olacaktı. İkincisi tercih edildi.
Konser bitti, grup gitti, bizim hala ne bir Mustaine imzamız, ne fotoğrafımız vardı. Konser öncesi koşuşturmacasında alamamıştık, e ama almadan da olmaz, o kadar çalışmışız, hakkımız dedik, söke söke alırız dedik, e zaten de inatçılıktan tutuklanabilecek derecede inatçı tipleriz Cenk de ben de, dostumuz Özgür’le beraber kalktık gittik Hilton’a. Venue çamurlu botlarımızla pırıl modundaki lobiye bir girdik ki Al ve Jimmy orada. Jimmy’e “Süperdin baba!” dedik, hemen anlatmaya başladı şöyleydi de böyleydi de, iyi çalamamış da (bir de iyi çalsa ne olacak kimbilir artık!), sahne hep sallanmış da falan filan. Hatta trampet mikrofonu kırıldığı için back vokal mikrofonunu mecburen trampet için kullanmak zorunda kalmış. Bir taraftan Al gelip kendisini nasıl bulduğumu sordu, zira ona açık açık kendisini daha önce hiç dinlemediğimi, çünkü Savatage’i sevmediğimi filan anlatmıştım, o da “Hiç sorun diil, bu akşam dinleyeceksin nasılsa” demişti. Şimdi bu dünya sevimlisi adama kötü bişi denmez ki, ona da “Süperdin baba!” dedik tabii ki. Onlar da efendi gibi bize herşey için teşekkür etti, aaa ne demek canım, bizim için bir zevkti filan diyerek karşılıklı olarak kibarlıktan kırıldık.
Biz orada öyle takılırken duş almış bir Dave Mustaine indi lobiye, amman dedik hemen koşup imza aldık. Fakat bunu yaparken bir yandan da sorgulayan bakışlarından rahatsız olmuyor değildik. Sanki “niye imza istiyor ki bunlar” der gibi bir hali vardı, bizi anlamıyor gibiydi, biz de açıkladık, bizim için önemli filan dedik. Kesinlikle tuhaf biri olduğuna karar verdik, ya deli, ya dahi, ya hepsi birden. İmaj olsun diye kasıyor olamaz, bakışları her an herşeyi analiz ediyor gibi, fakat bazen de alabildiğine boş ve anlamsız. Eğer birine bir soru sormuşsa onun cevabını almadan o konuyu kapatmıyor. Saçları kuruduktan sonra fotoğraf çektirebileceğini söyleyip diğer grup elemanlarıyla oturmaya gitti, biz de oturduk bekledik artık o kadar beklemişken.
Eh, sonunda da geldi ve biz de onun üzerindeki emellerimizi gerçekleştirebildik. Bizden başka bir miktar güvenlik elemanı, 3-4 tane de Megadeth Street Team’den arkadaş vardı ortamda. Onlar da tabii maksimum faydalandılar tüm elemanlardan. Rock the Nations’un sayfasında Mustaine’in iki tane at sahibi olduğunu okumuştum. Kendimi bildim bileli at delisi olduğumdan hemen fırsat bilip bu konudan söz açtım, “İki atın varmış, ne şanslısın, atları çok severim” dedim, “Ben atlardan nefret ederim!” dedi. Haydaa! (Böyle herşeyden nefret eden bir Şirin vardır Şirinler’de, aynı o!!!). “Karım seviyor, onun için aldık. Zaten şu anda bir tane var” dedi. Cinsini sordum, American Saddlebred’miş (müthiştir!). “Hmm, demek karın bakıyor ona” dedim, yok dedi, bir kiralık ahırda Kentucky’de duruyormuş, kendileri ise Arizona’da oturuyorlarmış. Small talk (öztürkçe: sohbet) yapılabilecek biri olmadığını zaten Malmsteen’in roadie’lerinden daha önce öğrenmiştim, nitekim herkese karşı böyleymiş, daha fazlasına gerek duymadım o yüzden. Bir tek dedim ki “Unutmadan söyliyim, King Diamond’un davulcusunun (dostum Matt Thompson J) sana selamı var, çok büyük bir fanın olduğunu söylüyor!”. O anda daha önce hiç olmadığı kadar içten bir şekilde cevap verip “Ciddi misin? Cool! Sen de ona benden selam söyle!” dedi. Artık odasına çekilmek üzereydi, son olarak benim cep telefonumdan (ay tilifonum meşhur oldu!!!) Emre Alkoç’la bir görüşme yaptı (sevimsiz mevimsiz ama yarattığı nefis riff’ler uğruna feda olsun ona o cep faturası!) veeee asansöre binip ufka doğru süzülerek gözlerden kayboldu. Oh be kardeşim dedik, eve gidip yattık.

Seyda Babaoğlu

Playlist:
Dread
Kill the King
Wake Up
Darkest Hour
Angry Again
Crush Em
She Wolf
Reckoning Day
Train
A Tout
Time
Use the Man
Hangar 18
Silent Scorn
Return to Hangar
Promises
Moto Psycho
Tornado
Almost Honest
Sweating
Conjuring
Trust
Symphony
Peace Sells
Holy Wars in Istanbul

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rock the Nations Festival I

Manowar Konseri 2005