Wacken Open Air 2004
Deli Kasap için yazıldı:
WACKEN OPEN AIR Günlüğü (15th Anniversary 5.8. –7.8.2004)
“Hacı” oldum sonunda! Yıllardır herkes festivallere gider gelir ballandıra ballandıra anlatırdı, ben de kıskançlığımdan çatlardım, ama artık aralarına katıldım ben de, nıhahaa!! Evet, Wacken’e gittim nihayet!!!
15’inci yıldönümüne, üstelik Destruction’un davetlisi olarak gitmek, bunu benim için çok daha da özel kıldı. Maalesef VIP Pass’im olduğu halde VIP kamp alanında kalamadım çünkü bir iş arkadaşımla gitmiştim oraya ve ayrı gayrı kalmak olmazdı, ayıp! O yüzden arkadaşımı gündüzleri sattıysam da (zaten metalci diil, sırf merakından ve kendi arkadaşları da oraya gittiğinden gelmişti) geceleri beraber gittik 1,5 km falan uzaklıktaki çadırımıza.
Neyse dur yaa detaya girmeden önce şöyle sırasıyla anlatalım olabildiğince...
1. Gün
Bu Wacken denen, yeşillikler içindeki şipşirin köye daha kilometrelerce uzaktayken trafik tıkandı. Göz alabildiğince metalci dolu araba, destinasyonlarına kilitlenmiş adım adım ilerlemeye çalışıyordu. Bütün bu motorize ve yaya metalciler kalbimin hızlanmasına, heyecanla pıt pıt atmasına sebebiyet veriyordu. Evimde gibi hissediyordum. Burası cennet olmalıydı. :)Ama cennet için fazla sıcaktı...Bu 35 derece hayra alamet değil gibiydi de pek, ama moralimizi bozacak zaman değildi de bu.
Uzun bir süre sonra VIP kartımı alacağım bölgeye ulaştık. Artık bir VIP bilekliğim, VIP Parking araba sticker’im (arkadaşlık uğruna sadece hatıra olarak işime yarayacak olan), ve VIP pass’im vardı (çok önemli bir kişiyim evet, öyle böyle diil yani! :p) ama arkadaşımın daha hiçbirşeyi yoktu, o yüzden acele etmeliydik. Bin saat dolandıktan sonra kamp yerimize ulaştık nihayet (yer yetmediği için ekstradan tarlalar eklenmişti normal kamp alanlarına ve bizi onlara yönlendirdiler) ve hayatımda ilk kez çadırda kalacak olan ben bunun ne de çabuk kurulan birşey olduğuna hayret ettim ve aynı zamanda sevindim, çünkü Motörhead günün benim için ilk ve tek önemli grubuydu ve başlamak üzereydi!
Koşturduk konser alanına. Benim kanka bileklik kuyruğuna girdi, bense bilmemkaçbin kişiyle beraber kapıdan içeri girmeye çalışırken Motörkafa başladı bile! Nasıl olur hüleayn, çabuk olun diye diye herkes bir şekilde girdi ve ben daha nooldum demeden Lemmy’yi ve caaanım Mikkey Dee’yi izlerken buldum kendimi! İşte böyle izlerler adamı siz Türkiye’ye gelmeseniz bile diye geçirdim içimden. Bir baktım ki Orphaned Land’in Uri de izliyor grubu, gittim selam verdim, RTN’den hatırlıyordu, biraz sohbet ettik. Motörhead’in onca sex, drugs and rock’n roll’a rağmen hala yaşıyor olmaları bir yana, hala bu kadar popo tekmeliyor olmalarına bir kez daha hayret ettim Lemmy babayı izlerken.
Günün, hatta festivalin en çok beklenen grubu herhalde ayrılma kararı vermiş olan Böhse Onkelz’di. İnanılmaz fakat çok tartışmalı bir fan kitlesine sahip olan grubun merchandise’ı için ayrı, devasa bir stand vardı ve bana seyirci kitlesinin neredeyse yarısı BÖ tişörtleriyle dolaşıyormuş gibi geldi. Antipatik dazlak fan grubunun bir kısmı da çadır komşularımızdı ve provokasyon adına ellerinden geleni artlarına koymadıkları belliydi...Nefret ettiğim gruba sahnedeyken kısa bir göz attıysam da kalan zamanımı VIP bölgesinde geçirmeyi tercih ettim.
Burası yaklaşık 2000 kişi kapasiteli, sanatçılar, davetlileri ve basın için bira standları ve büyük bira çadırlarına sahip bir bölge. En büyük avantajı çadırların sağladığı gölge ve oturma yerleri. Bir de – çok önemli! - tuvaletleri temiz. Hemen arkasında ise benim kalamadığım VIP kamp alanı ve duşlar var (evet ulan içime oturdu orada kalabilme hakkım varken, hatta habire duş alabilecekken, her gece zifiri karanlıkta ve yorgunluktan gebermiş vaziyette saatlerce çadır aramak, her sabah o yolu tekrardan tepmek ve aralarda hiç çadıra gidip dinlenememek!).
Buraya girdiğimde ilk karşıma çıkan kişi yazın RTN festivalimizde beraber çalıştığımız Holger oldu. Derken yine RTN’den Dirk’le ve Seb adlı roadie’yle karşılaştık, hoşbeş ederken beni arada bir de Chris Caffery ile tanıştırdı, çok sevimliydi. RTN’den hepinizin hatırlayacağı Angel’in (Orphaned Land ile gelen İsrailli sadomazo kılıklı dizüstü çizmeli kız) beni gördüğünde gelip samimi bir şekilde karşılaması günün o dakikalarının diğer bir sürpriziydi.
Bir takım komik ve sarhoş Fransızlar yanıma gelip muhabbete başladılar. Angel’in üzerine saldım bunları ben daha sonra. :) (Biri gayet de başarılı oldu ertesi günlerde gördüğüm kadarıyla).
Destruction’dan Schmier’i de gördüm nihayet o kalabalığın arasında. Sohbet ederken Motörhead elemanları gelmiyor mu buraya diye sordum, yok dedi, onlar backstage’den çıkıp da buralara takılmaya gelmezmiş. Bir tek sahne almadan önce çok kısa uğramışlar, o kadar. Backstage bölgesi ise sadece o gün çıkan gruplara aitti, başka grup elemanları bile giremiyordu, o yüzden babalarla tanışamadım. Olsun diyip kankayla buluştum, tam bir saat çadırı aradık. Nihayet bulduğumuzda mutluluk dansı yapacaktım ama halim yoktu, hemen yattım. Fakat bir takım embesil çadır komşularımız sabaha kadar bağıra çağıra bır takım iğrenç müzikler dinleyerek uyutmadılar. Tek bir düşünce geçiyordu o gün kafamdan: “Eve dönmek istiyorum...eve dönmek istiyorum”...
2. Gün
Sabah dokuzda çadır durulamaz hale gelmişti, hemen kalkıp dışarı attım kendimi. Saçma şeyler yedim kahvaltı diye, saçma sapan bir sabah temizliği yapmaya çalıştım, güneş kremi sürdüm bin faktörlü ve tamam, sanırım böyle insan içine çıkabilirim dediğim anda yeniden yola çıktık konser alanına doğru. Güne Cathedral’le başladım. Pek ilgilendiğim bir grup değildir ama Dave Grohl’un Probot projesinde yer alan parçayı dinlemek keyif verdi. Fakat güneş beynime inmeye başlamıştı bile. Ve ben arkadaşlarımı özlemiştim. Yanında birbirini gaza getireceğin, muhabbet edeceğin, azıp tozacağın gerçek kankaların olmadan hayat ne anlamsızdı, festival ne çekilmezdi. Habire Cenk’e mesajlar atıyordum ne kadar sıkıldığımı ifade eden...
Neyse ki Arch Enemy çıktı da kulaklar bayram etti. Angela Gossow’un sesi nedir öyle! Bayan vokallerden ölesiye sıkılan ben böylesine kurban olayım diyerek en önden izledim kendisini. Zaten Mercyful Fate geçmişi yüzünden saygı ve sevgimin hedefi olan Sharlee D’Angelo yeterdi bile ama grup tümüyle mükemmeldi. Angela da gayet karizmatik ve hareketliydi, milleti gaza getirmek için de epey çaba harcadı. Yanımda duran iki ebleh ise ne çakmıştı bilmiyorum ama tam yanımdaki tükürüp tükürüp aynı anda kafa sallamaya çalıştığından bir anda şlops diye balgamı koluna yapıştı, ben de o noktadan itibaren herifle pek yakın olmayı istemeyip böğ diye uzaklaştım caanım yerimden.
Sıra gelmişti Mayhem’e. “Black metal niye seviyosun ki ulan” diye yıllardır başımın etini yiyen arkadaşlarımı anarken en önde yerimi almıştım bile. Sahneye yerleştirilmiş olan altı-yedi adet derisi yüzülmüş domuz başı güneşin altında çürümekte, zaman zaman esen rüzgar da leş kokusunu bana doğru üfürmekteydi. “Hmmm, tam pislik ortamı, evet evet, olmuş!...” diye düşünürken Maniac ve grubu çıktı sahneye. Poserliğin doruklarında gezinen Maniac’ın fırlattığı pis bakışlar, kameraya sürekli orta parmağını göstermesi, domuz başlarını koca bir bıçağa saplayıp bırakması, sonra da sırasıyla kalabalığa fırlatması, kan revan içinde kalıp (bıçaklardan biri kırılıp elini kesmişti çünkü) bunu üstüne başına sürerek ve yalayarak iyice psikopat bir görüntü elde etmesi gayet etkileyici bir black metal şovu izlememize sebep oldu (o domuzlardan birini kafama yeseydim hala böyle düşünür müydüm o ayrı konu...). Ama keşke gece olsaydı bütün bunlar. Maniac de zaten “F.ck the sun!” şeklinde anonslarla bu konudaki düşüncelerini açık ve net olarak ifade etti.
Daha sonra Dio’ya bir göz attım. Kendisinin yine RTN’de rehberi ve yardımcısı olarak görev almıştım ve o sebeple esas konseri seyredecek pek halim kalmamıştı, o yüzden bari burada izleyeyim diyordum babalara saygı babında, ama aşırı yorgunluk ve enerjimi Destruction’a saklama isteği ağır bastı ve genelde VIP’de oturup dinlendim, muhabbet ettim falan.
Destruction’a sıra geldiğinde tabiiki yine en öndeydim! Ve sahnede habire kabov diye pyrolar patlarken ben de deli gibi azıyordum! Schmier anonsların çoğunu İngilizce yaparak oraya Almanya dışından akın etmiş olan birçok insanın gönlünü almayı bildi. Peter Taegtgren ve Holy Moses Sabina’nın da konuk olarak katıldığı Destruction şovu bana göre günün/gecenin headliner’ıydı. Ondan sonra orkestra desteğiyle çıkan Doro’ya (Blaze destekli) ve Warlock’a göz atıp maalesef en son çıkacak olan Amon Amarth’ı bekleyemeyip (aşırı ölümcül yorgunluk ve çadıra dönme mecburiyeti) yatmaya gittim. Oysa çok istiyordum onları izlemeyi, RTN’de süperdiler ve bir kez de gece seyretmek istiyordum ama kısmet değilmiş, napalm!...
Bütün bu gün başka neler oldu durun bir hatırlayayım...VIP’e sabah ilk girişimde Destruction elemanları güneşte oturmuş takılıyorlardı, ben de onlarla takıldım. Schmier’e daha önce “Dünyayı Kurtaran Adam” filmini anlatmıştık RTN’de, sonra Cenk DVD’sini alıp bana vermişti ona götürmem için (resimlerine bile baksa yeter hesaabı :)), işte onu verdim falan, çok sevindi, geyiğini çevirdik bir de.
Böyle takılırken Amon Amarth’la karşılaştım. Onların da RTN’de rehberiydim, çok da sevmiştik birbirimizi, burada da habire muhabbet etmek zevkli oldu. “Mutlaka seyretmelisin bu gece bizi, yakacaz sahneyi resmen!” falan demelerine rağmen kaçırdığıma çok üzülüyorum.
RTN’de Türkçe öğrettiğim ve asılmalarına maruz kaldığım Blaze ise beni görünce “Aaa Seyda!” diye geldi sarıldı, çok içten ve tatlıydı aslında...”Erkek arkadaşın gelmedi mi?” diye sormayı da ihmal etmedi J ama esasen Angel ile ilgilenmekteydi “o” açıdan. Kendi tayfasıyla tanıştırdı, “gel bizle otur, bak benim arkadaşlar şunlar şunlar” şeklinde ilgi ve nezaket gösterdi ve festival boyunca beni her gördüğü yerde sarıldı, güzel sözler söyledi filan...
Destruction’un RTN’de sound’unu yapan Gerd ile de karşılaştık burada, acaip ciciydi. Beni önce Death Angel’in Mark Osegueda’sıyla tanıştırdı. Zaten hastasıydım grubun, onunla tanışınca beter oldum! Öyle tatlı, öyle centilmendi ki eridim gittim elimi tutup öpücük kondurduğunda...Gruba yaptığım iltifatları eğilerek saygıyla ve alçakgönüllülükle karşıladı, acaip şirindi ufak tefek ama dünya sevimlisi haliyle.
Ben daha “Ay neler oluyo böyle ayol” demeye kalmadan bir de Cannibal Corpse’un Corpsegrinder’ıyla tanıştırılmayayım mı!!! Hemen sordum tabii ertesi gün “Hammer Smashed Face”i çalacaklar mı diye ama belli değildi daha. Tam o sırada anlaşılan uzun zamandır görmediği bir kankası çıkageldi, bunlar acaip bir kavuşma yaşadılar, Corpsegrinder bunu aldı yoğurdu resmen koluna sıkıştırarak, biz de daha fazla muhabbeti bölmemek için yerimize döndük. Ben gerizekalı gibi bu ikisiyle fotoğraf çektirmeyi unuttuğum için dövündüm bütün gece ve ertesi gün bunu telafi etmeliyim diye inada verdim kendimi.
Bir ara Tom Angelripper’ rastladım, “Tom!” dedim, “Selam” dedim, “ben İstanbul’dan Seyda” diye kendimi tanıttım, “Resim çekilsek ya senle bi” dedim. Yanındaki arkadaşı “Ulan bu İstanbullular tuhaf bi biçimde hepsi çok iyi Almanca konuşuyo yaa!” diye şaşırıp çekiverdi bizi, güzel oldu.
Bu arada VIP bölgesinde takılan bir değil birsürü kibarca ifade etmek gerekirse groupie, yani esasen o ile başlayıp pu ile biten modelden şahıslar vardı. Orta malı şeklinde duran ve biri tanıdığımız olan bu arkadaşları avuçlayan avuçlayanaydı, böğk dedim kınadım kendimce. İçki su gibi akarken grup elemanları olsun, diğer herkes olsun feci zomdu gece gündüz. “Dejenerasyon nereye kadar?!” diye singıl çıkartayım ulan diye düşüncelere dalmış seyirci arasında dolanırken iki tipleme yolumu kesip “One Night Stand? Danke!” yazılı pankartı burnuma dayadılar! “Olmaz canım, hadi güzelime!” anlamına gelen bir iki el hareketiyle savuşturdum bu neşeli ikiliyi. Allahtan King Diamond tişörtüme elemanın biri tav oldu da geldi biraz muhabbetini yaptık sakinleştim! :p (Zaten King ve Mercyful tişörtü giyen çok az kişi vardı, tek kız da bendim giyen, bayağı bir saygı gösteren ve selam verip “cool!” falan diyen oldu...).Bir de Destruction’un merchandise’cısı Zwini ile eğlenceli bir tanışmamız oldu:
(Seyda stand’a girer): Selam, şu Destruction şapkası ne kadar?
(Elemanın biri): Zwiniii! Bak burada tam sana göre bir hatun var, Destruction soruyo!
(Zwini): Wow, sıkı hatun! Hemen geliyorum!! (Ortaya çıkar, üstü başı her yeri Destruction patch’i doludur)
(Ben yine): Şu ne kadar, bu ne kadar, şu var mı, bu var mı? ...(derken laf tabii ki İstanbul ve RTN’ye gelir, Zwini “Aaaaa ulan sen o musun???? Schmier anlattı, esasen ben de gelecektim oraya Schmier’lerle beraber ama olamadı maalesef bu sefer” olur ve nefis bir muhabbet ve birçok tişörtten ve hediye ıvır zıvırdan sonra Seyda oradan ayrılır).
3.Gün
Uyumayı becermiştim sonunda. Artık pisliğe de alışmıştım, kendimden iğrenmekten vazgeçmiştim. Rüzgarın terli vücuduma yapıştırdığı toz toprak ve saman partiküllerinin oluşturduğu tabakanın üzerinde su ve terden yollar oluşmuştu, saçlarım ise su, jöle ve pislik karışımıyla kalıp gibi durmaktaydı. Olsun, güzeldi! Kafamdan aşağı boşalttığım şişe suyuyla ayıldım, yine abes bir kahvaltı edip konser alanına doğru süzüldüm. Ortalık bilumum insan dışkısı kokuyordu, konser alanında çişten oluşmuş gölcüklerin üzerlerine saman konularak “kurutulmuştu” bunlar...herşey normaldi yani.
Günün açılışını Bal-Sagoth ile yaptım. Çok iyi geldi, tam anlamıyla ayıldım, ama yaklaşık 46.000 kişilik Wacken seyircisinin büyük bir bölümü sarhoşluğun dibine vurmuş vaziyette takılıyordu ortalıkta. Her yer Viking kılıklı, kilt giymiş uzun saçlı adam kaynıyordu, alkolden kopmuş durumda olmaları daha inandırıcı hale getiriyordu kostümlerini...Kafayı bulmuş bir eleman mütemadiyen bana ot ikram etmekte, ben de ısrarla reddetmekteydim. Habire verdiğim cevabı unuttuğu için de tekrar sormaktan kendini alıkoyamıyordu. Yazık ulan derken komik Fransızlardan biri geldi oturdu biraz benimle. O da festivalin tadını çıkarıyordu...Bense artık kendimce bir moda girmiş, hem kendi kendime müzikle çoşarak eğleniyor, hem de fena halde arkadaşlarımı özlüyordum. Ama sırada Death Angel vardı, şimdi başka düşüncelere dalmak olmazdı!
Sanırım Death Angel şovu festivalde en çok eğlendiğim anlardı. İnanılmaz bir enerji, inanılmaz bir gaz söz konusuydu. Ben yine en önde bağıra çağıra parçaları söylerken ve deli gibi headbang yaparken Mark Osegueda beni gördü, geldi ve sırıtıp el salladı bana. Bunu üç kez tekrarladı şov boyunca ve tabiiki bu sıcaklığı ve doğallığı ile, ayrıca önceki gün benimle kısa bir tanışma yaşamış olmasına rağmen beni unutmamış olmasıyla beni kalbimden bir kez daha vurdu!
Wacken’e gitmek istememin en önemli sebeplerinden olan Deicide iptal edilmiş ve yerine Unleashed ile anlaşılmıştı. Deicide’ın yerini asla tutamazdı ama Unleashed’i de çok severim, o yüzden izleyebildiğim kadar izledim ama bir yerinde artık açlıktan bayılacağımı düşünerek makarna yemeye gittim ve kendilerini uzaktan dinledim. Johnny bu arada Quorthon ve Chuck Schuldiner’ı da andı ve onların anısına “Evil Dead” çalındı.
Anthrax’da ortalık tıklım tıkıştı ve grup bir dakika bile yerinde durmadan koca Wacken’i salladı geçti! Kırkaltıbin kişiyle hep beraber “Antisocial”ı söylemek çok acaip bir duyguydu gerçekten!!!
Aralarda VIP’e gidip geliyordum yine içki/gölge/tuvalet ve muhabbet olayı için. Orada tekrar Death Angel Mark’la karşılaşınca şovu öve öve bitiremedim, ne kadar eğlendiğimi falan anlattım, o da alçakgönüllülükle teşekkür etti, “Gördüm seni!” dedi. Bu sırada menejeri de gelmişti. Türkiye’de konser isteriz dedim, Mark da bunu çok isteyeceğini söyledi, menejerin contact’larını aldım bunun üzerine belki RTN olarak böyle bir olaya gireriz diye ama Türkiye’de Death Angel seyircisi bulmak da zor olur doğrusu...
Yine boş boş gezinirken Corpsegrinder’a rastladım. Durdurup konuşmaya başladım, bu arada “Noldu” dedim, “Hammer Smashed Face’i çalabilecek misiniz?” diye sordum (sansürlenme durumları vardı çünkü). “Benimle erkek arkadaşımın parçasıdır, bizim için çok özel, çok romantik buluyoruz! J” diyince çok güldü, daha hala belli değildi ama çalıp çalamayacakları. Bir de fotoğraf istedim, “Önceki gün seni görünce afallamıştım, çektirmek aklıma gelmedi” dedim, o da “Boşver, ben de sarhoştum zaten!” dedi, fotoğraf çekildik sonra ve bir sürü “Rock on, man!”, “Sen de sert kal ulan!” dilekleriyle ayrıldık tekrar.
Sıra Cannibal Corpse konserine geldiğinde tansiyon iyice artmıştı. En önde hafif yanlardaki yerimi almıştım (moshpit’e girecek kadar canıma susamamıştım), sıcağın altında yarı aygın yarı baygın beklerken görevlinin biri bizi bahçe sular gibi suluyordu, ben de ona her türlü hayır duasında bulunuyordum... ve sonunda katliam başladı! Sansür müessesesine bolca küfür ve lanet yağdıran Corpsegrinder bir ara milleti iyice gaza getirmek için “şöyle sıkı bir moshpit görmek istiyorum!” diyince kan gövdeyi götürdü bir anda! Gözümün önünde dört kişi kan revan içinde kalabalığın içinden sıyrılıp alınarak revire taşındı sedyelerle!!! Cenk’le benim “parçamız”ın da sansüre takılıp çalınmadığı konser öyle ye da böyle unutulmaz bir anı olarak yer etti hafızamda, harika bir performanstı!
VIP’te Amon Amarth’ın Olavi’siyle muhabbet ederken bir ara Peter Taegtgren yanımıza gelmişti. Eski Hypocrisy döneminin hastası olan ben onu görünce zaten şöyle bir afallamış, daha sonra da grupla yine hatıra fotoğrafı çektirme şansı bulmuştum. Mutlu mesut bir fan olarak şimdi Nevermore’un bitmesini, Hypocrisy’nin başlamasını bekliyordum. Sonunda onları da seyredebilecektim! Gerçi doğal olarak daha çok son albümlerden çaldılar, ki onlara çok da bayılmam, ama eskilere de yer vermeleri bana yetti de arttı bile. Peter’in anonsları arasında “Bu güneşte biz zor çalarken siz nasıl sabahtan akşama kadar durup bin tane grup izliyorsunuz?? Süpersiniz!”, “Burada bu kadar kişiye çalmak ikibin kadınla aynı anda sevişmek gibi bir his!” falan şeklinde samimi açıklamalardan oluşuyordu...
Helloween’i oldum olası sevmem, uzaktan oturarak izledim, Children of Bodom’u da baştan sona izlemek istediysem de organizmam “Dinlen ulan!!!” diye beynime beynime mesaj verdiği için çok azına bakıp yine gittim oturdum VIP’e. Destruction Mike’la güzel güzel sohbet ederken Schmier de katıldı ortama ve akşam Saxon’la konuk olarak çıkacağını söyledi. Ben tabii bunu kaçırmamalıydım ve zaten kesinlikle Cenk için kaydetmeliydim de (bilmeyenler için: Cenk en büyük fanları olur!). “Ne zaman çıkacaksın? Çalacak mısın, söyleyecek misin??” sorularımın hiçbirinin yanıtını o an kendisi de bilmiyordu maalesef. Mahvolmuştum. Yine uzaktan söyle bir bakarım dediğim Saxon’u baştan sona seyretmek zorunda kalacaktım sırf bu yüzden!
Nitekim öyle oldu. Saxon başladığında benim iş arkadaşım da bütün gününü geçirdiği havuzdan tazelenmiş bir biçimde dönmüştü, beraber seyretmeye koyulduk. Baktım Olavi de seyrediyordu onları biraz ötede. Benim genelde yerde oturarak geçirdiğim iki saatin sonunda nihayet Chris Caffery ve Schmier konuk olarak çıkıp çalmaya başladı elemanlarla. Aman kaydediyim hemen derken tam o anda makinanın pili bitmesin mi!!! Karanlıkta acele acele değiştir, aman birşeyler düşürmemeye de dikkat et derken ne kendim seyredebildim olayı, ne de kaydedebildim son 3-4 saniyesi hariç!!! Sinirimden tepinebilirdim ama nefretimi Satyricon konserine hazırlık olarak sakladım...
Gecenin ve festivalin son grubu (J.B.O.isimli rezillik ötesi oluşumu saymazsak) Satyricon’du. Bense en nihayetinde gece ortamında gerçek bir black metal efsanesine tanık olacaktım. Günlerdir uykusuz ve aç geziniyor olmam ve sürekli oradan oraya koşturmam ya da ayakta durmam yüzünden anlatılamayacak kadar yorgun ve ağrı içindeydim ama bunların hepsine değerdi o gece seyrettiğim unutulmaz konser! Yanan haçlar ve yükselen alevlerle donatılmış bir sahnede, uzamış saçlarının arasından sadece ara sıra parlayan gözlerini görebildiğimiz ve bu haliyle tehlikeli ve güzel bir yırtıcıya benzeyen Satyr ve grubu inanılmaz bir perfeksiyonla çaldılar parçalarını ve bizi adeta kuzeyin karanlık, korku dolu ormanlarına götürdüler...Nefret dolu buz gibi anonslarıyla etkiyi güçlendirmekle kalmıyor, ruhlarımızı teslim alıyordu sanki Satyr. Ve derken gecenin onur konuğu, Darkthrone’un Nocturno Culto’su sahne aldı. Birçok Darkthrone ve Satyricon klasiği dinlerken anlatılamaz bir şekilde zevkin doruklarında geziniyordum ve bu çok özel gecede gözlerimi paralize olmuş bir şekilde sahneye dikmişken gördüklerime inanamıyordum. Her hareket, her adım, her bakış sanki dahi bir koreografın elinden çıkmış ve çalışılmıştı, Satyricon ve Nocturno Culto beraberliği bir saat gibi işliyordu ve kim ne derse desin bu SANATTI!
Satyricon’u izleyenler arasında bir anne ve kollarının arasında duran, başını onun karnına yaslamış küçük kızı da vardı, hoşuma gitti. Benim önümde ise Anathema’dan Jamie Cavanagh duruyordu. Ona daha önce de rastlamış ve ilk anda yine Vincent sanmıştım Rockistanbul’da olduğu gibi :), sonra da gülüşmüş ve konuşmuştuk biraz. Burada ne yaptığını sormuştum (saçma soru), kulağıma eğilip cevap vermek istemişti ama sarhoşluktan yanağıma yapıştı, sonra dengesini tekrar kazandı ve “Eğleniyoruuum eheheeeee” şeklinde bir cevap verdi. “Vincent’a selam söyle, maillerine baksın!” diyip ayrılmıştım sonra yanından. Tam Satyricon bitmiş ve herkes dağılıyorken bir baktım Mark Osegueda da oradaymış, “Ulan ne konserdi bee!” diye yorumlar yapıp tekrar sarıldık sıkı sıkı ve vedalaştık. Ne de olsa artık çadırıma dönecektim.
Diğerleriyle de vedalaşmak üzere VIP’e gittim. Ortalıkta acaip bir coşku, bir parti atmosferi ve inanılmaz bir kalabalık vardı. Nereye baksan tanıdık bir yüz görüyor, nereye dönsen bir grup elemanına çarpıyordun. Görebildiğim bilumum tanıdık grup elemanından, tanıdık roadie’lerden, şundan bundan vedalaştıktan sonra sıra “ev sahiplerim” olan Destruction’a da gelmişti sonunda. Mike dünya şirini rekortmeni olarak yine çok ciciydi, çok içten ve sarmaş dolaş bir vedalaşma oldu, ona bir de birlikte fotoğrafımızı verdim. Schmier ise süper alçakgönüllü ve kanka tavırlarla sımsıkı sarıldı ve yine çok tatlı bir sohbetten sonra onunla da ayrıldık. Fanları sürekli esir almaktaydı kendsini zaten. Marc’ı göremedim, selam söyledim ve “Nasıl yaa, bitti mi şimdi yani” diye düşünerek çadır yolunu tuttum.
Uzaktan J.B.O.’nun “Roots Bloody Roots Pavarotti versiyonu” çalınıyordu kulaklarıma. Tam “gidin artık müziği”! Umurumda değildi, hemen uyudum.
Ertesi sabah toparlanırken farkettim ki Jamie Cavanagh hemen bizim çadırın 1-2 çadır ötesinde kalıyormuş, o ve arkadaşları da toplanıyordular. Bense hem bitti diye hüzünlenirken aynı zamanda banyo yapacak olmanın sabırsızlığını yaşıyordum!!...Ve yola çıktık. Ama ne yol! Kilometrelerce süren bir tıkanıklıktan sonra – göz alabildiğince metalci arabası doluydu yine ortalık – biraz hareket etmeye başladık. Gerçi çok zevkliydi binlerce metal kardeşiyle beraber yolda kim ne dinliyor diye kulak kabartmak, yanından geçenleri kesmek, sırıtmak ve mosh çekmek, bağırıp çağırmak, korna çalmak ve el sallamak!...
Bu eğlence de bitti ve eve vardık. Kendimi suya bastım, bütün yorgunluk çamurla beraber aktı gitti...ve ben bir sonraki festivalin hayallerini kurmaya başladım bile! Ama bu sefer arkadaşlarımla...Bu yazıdan ne ders çıkarıyoruz? Evet, hayatta insanın gerçek dostları gibisi yok, onlar olmadan hiçbirşeyin zevki tam olarak çıkmıyor, ben bunu bilir bunu söylerim. İşte bu kadar!
Seyda “Abigail” Babaoğlu
Not: Kılık kıyafet konusunda aşmış arkadaşlar çoktu ama iki tanesini özellikle takdir ettim: biri mermili kemer giymişti, biri de yelek. Birşeyin üstüne falan diil, kemer ve yelek diyorum! :p Ben de uzaktan gelirlerken bu gözümü alan şeyler de ne diyordum, meğersem bu ikisinin pırıl pırıl, tüyden ve güneşten nasibini almamış narin bedenleriymiş...gururla sırıttılar yanımdan geçerken, ben de saygıyla selamladım bu yiğitleri ve uzaklaştım hemen!:)
WACKEN OPEN AIR Günlüğü (15th Anniversary 5.8. –7.8.2004)
“Hacı” oldum sonunda! Yıllardır herkes festivallere gider gelir ballandıra ballandıra anlatırdı, ben de kıskançlığımdan çatlardım, ama artık aralarına katıldım ben de, nıhahaa!! Evet, Wacken’e gittim nihayet!!!
15’inci yıldönümüne, üstelik Destruction’un davetlisi olarak gitmek, bunu benim için çok daha da özel kıldı. Maalesef VIP Pass’im olduğu halde VIP kamp alanında kalamadım çünkü bir iş arkadaşımla gitmiştim oraya ve ayrı gayrı kalmak olmazdı, ayıp! O yüzden arkadaşımı gündüzleri sattıysam da (zaten metalci diil, sırf merakından ve kendi arkadaşları da oraya gittiğinden gelmişti) geceleri beraber gittik 1,5 km falan uzaklıktaki çadırımıza.
Neyse dur yaa detaya girmeden önce şöyle sırasıyla anlatalım olabildiğince...
1. Gün
Bu Wacken denen, yeşillikler içindeki şipşirin köye daha kilometrelerce uzaktayken trafik tıkandı. Göz alabildiğince metalci dolu araba, destinasyonlarına kilitlenmiş adım adım ilerlemeye çalışıyordu. Bütün bu motorize ve yaya metalciler kalbimin hızlanmasına, heyecanla pıt pıt atmasına sebebiyet veriyordu. Evimde gibi hissediyordum. Burası cennet olmalıydı. :)Ama cennet için fazla sıcaktı...Bu 35 derece hayra alamet değil gibiydi de pek, ama moralimizi bozacak zaman değildi de bu.
Uzun bir süre sonra VIP kartımı alacağım bölgeye ulaştık. Artık bir VIP bilekliğim, VIP Parking araba sticker’im (arkadaşlık uğruna sadece hatıra olarak işime yarayacak olan), ve VIP pass’im vardı (çok önemli bir kişiyim evet, öyle böyle diil yani! :p) ama arkadaşımın daha hiçbirşeyi yoktu, o yüzden acele etmeliydik. Bin saat dolandıktan sonra kamp yerimize ulaştık nihayet (yer yetmediği için ekstradan tarlalar eklenmişti normal kamp alanlarına ve bizi onlara yönlendirdiler) ve hayatımda ilk kez çadırda kalacak olan ben bunun ne de çabuk kurulan birşey olduğuna hayret ettim ve aynı zamanda sevindim, çünkü Motörhead günün benim için ilk ve tek önemli grubuydu ve başlamak üzereydi!
Koşturduk konser alanına. Benim kanka bileklik kuyruğuna girdi, bense bilmemkaçbin kişiyle beraber kapıdan içeri girmeye çalışırken Motörkafa başladı bile! Nasıl olur hüleayn, çabuk olun diye diye herkes bir şekilde girdi ve ben daha nooldum demeden Lemmy’yi ve caaanım Mikkey Dee’yi izlerken buldum kendimi! İşte böyle izlerler adamı siz Türkiye’ye gelmeseniz bile diye geçirdim içimden. Bir baktım ki Orphaned Land’in Uri de izliyor grubu, gittim selam verdim, RTN’den hatırlıyordu, biraz sohbet ettik. Motörhead’in onca sex, drugs and rock’n roll’a rağmen hala yaşıyor olmaları bir yana, hala bu kadar popo tekmeliyor olmalarına bir kez daha hayret ettim Lemmy babayı izlerken.
Günün, hatta festivalin en çok beklenen grubu herhalde ayrılma kararı vermiş olan Böhse Onkelz’di. İnanılmaz fakat çok tartışmalı bir fan kitlesine sahip olan grubun merchandise’ı için ayrı, devasa bir stand vardı ve bana seyirci kitlesinin neredeyse yarısı BÖ tişörtleriyle dolaşıyormuş gibi geldi. Antipatik dazlak fan grubunun bir kısmı da çadır komşularımızdı ve provokasyon adına ellerinden geleni artlarına koymadıkları belliydi...Nefret ettiğim gruba sahnedeyken kısa bir göz attıysam da kalan zamanımı VIP bölgesinde geçirmeyi tercih ettim.
Burası yaklaşık 2000 kişi kapasiteli, sanatçılar, davetlileri ve basın için bira standları ve büyük bira çadırlarına sahip bir bölge. En büyük avantajı çadırların sağladığı gölge ve oturma yerleri. Bir de – çok önemli! - tuvaletleri temiz. Hemen arkasında ise benim kalamadığım VIP kamp alanı ve duşlar var (evet ulan içime oturdu orada kalabilme hakkım varken, hatta habire duş alabilecekken, her gece zifiri karanlıkta ve yorgunluktan gebermiş vaziyette saatlerce çadır aramak, her sabah o yolu tekrardan tepmek ve aralarda hiç çadıra gidip dinlenememek!).
Buraya girdiğimde ilk karşıma çıkan kişi yazın RTN festivalimizde beraber çalıştığımız Holger oldu. Derken yine RTN’den Dirk’le ve Seb adlı roadie’yle karşılaştık, hoşbeş ederken beni arada bir de Chris Caffery ile tanıştırdı, çok sevimliydi. RTN’den hepinizin hatırlayacağı Angel’in (Orphaned Land ile gelen İsrailli sadomazo kılıklı dizüstü çizmeli kız) beni gördüğünde gelip samimi bir şekilde karşılaması günün o dakikalarının diğer bir sürpriziydi.
Bir takım komik ve sarhoş Fransızlar yanıma gelip muhabbete başladılar. Angel’in üzerine saldım bunları ben daha sonra. :) (Biri gayet de başarılı oldu ertesi günlerde gördüğüm kadarıyla).
Destruction’dan Schmier’i de gördüm nihayet o kalabalığın arasında. Sohbet ederken Motörhead elemanları gelmiyor mu buraya diye sordum, yok dedi, onlar backstage’den çıkıp da buralara takılmaya gelmezmiş. Bir tek sahne almadan önce çok kısa uğramışlar, o kadar. Backstage bölgesi ise sadece o gün çıkan gruplara aitti, başka grup elemanları bile giremiyordu, o yüzden babalarla tanışamadım. Olsun diyip kankayla buluştum, tam bir saat çadırı aradık. Nihayet bulduğumuzda mutluluk dansı yapacaktım ama halim yoktu, hemen yattım. Fakat bir takım embesil çadır komşularımız sabaha kadar bağıra çağıra bır takım iğrenç müzikler dinleyerek uyutmadılar. Tek bir düşünce geçiyordu o gün kafamdan: “Eve dönmek istiyorum...eve dönmek istiyorum”...
2. Gün
Sabah dokuzda çadır durulamaz hale gelmişti, hemen kalkıp dışarı attım kendimi. Saçma şeyler yedim kahvaltı diye, saçma sapan bir sabah temizliği yapmaya çalıştım, güneş kremi sürdüm bin faktörlü ve tamam, sanırım böyle insan içine çıkabilirim dediğim anda yeniden yola çıktık konser alanına doğru. Güne Cathedral’le başladım. Pek ilgilendiğim bir grup değildir ama Dave Grohl’un Probot projesinde yer alan parçayı dinlemek keyif verdi. Fakat güneş beynime inmeye başlamıştı bile. Ve ben arkadaşlarımı özlemiştim. Yanında birbirini gaza getireceğin, muhabbet edeceğin, azıp tozacağın gerçek kankaların olmadan hayat ne anlamsızdı, festival ne çekilmezdi. Habire Cenk’e mesajlar atıyordum ne kadar sıkıldığımı ifade eden...
Neyse ki Arch Enemy çıktı da kulaklar bayram etti. Angela Gossow’un sesi nedir öyle! Bayan vokallerden ölesiye sıkılan ben böylesine kurban olayım diyerek en önden izledim kendisini. Zaten Mercyful Fate geçmişi yüzünden saygı ve sevgimin hedefi olan Sharlee D’Angelo yeterdi bile ama grup tümüyle mükemmeldi. Angela da gayet karizmatik ve hareketliydi, milleti gaza getirmek için de epey çaba harcadı. Yanımda duran iki ebleh ise ne çakmıştı bilmiyorum ama tam yanımdaki tükürüp tükürüp aynı anda kafa sallamaya çalıştığından bir anda şlops diye balgamı koluna yapıştı, ben de o noktadan itibaren herifle pek yakın olmayı istemeyip böğ diye uzaklaştım caanım yerimden.
Sıra gelmişti Mayhem’e. “Black metal niye seviyosun ki ulan” diye yıllardır başımın etini yiyen arkadaşlarımı anarken en önde yerimi almıştım bile. Sahneye yerleştirilmiş olan altı-yedi adet derisi yüzülmüş domuz başı güneşin altında çürümekte, zaman zaman esen rüzgar da leş kokusunu bana doğru üfürmekteydi. “Hmmm, tam pislik ortamı, evet evet, olmuş!...” diye düşünürken Maniac ve grubu çıktı sahneye. Poserliğin doruklarında gezinen Maniac’ın fırlattığı pis bakışlar, kameraya sürekli orta parmağını göstermesi, domuz başlarını koca bir bıçağa saplayıp bırakması, sonra da sırasıyla kalabalığa fırlatması, kan revan içinde kalıp (bıçaklardan biri kırılıp elini kesmişti çünkü) bunu üstüne başına sürerek ve yalayarak iyice psikopat bir görüntü elde etmesi gayet etkileyici bir black metal şovu izlememize sebep oldu (o domuzlardan birini kafama yeseydim hala böyle düşünür müydüm o ayrı konu...). Ama keşke gece olsaydı bütün bunlar. Maniac de zaten “F.ck the sun!” şeklinde anonslarla bu konudaki düşüncelerini açık ve net olarak ifade etti.
Daha sonra Dio’ya bir göz attım. Kendisinin yine RTN’de rehberi ve yardımcısı olarak görev almıştım ve o sebeple esas konseri seyredecek pek halim kalmamıştı, o yüzden bari burada izleyeyim diyordum babalara saygı babında, ama aşırı yorgunluk ve enerjimi Destruction’a saklama isteği ağır bastı ve genelde VIP’de oturup dinlendim, muhabbet ettim falan.
Destruction’a sıra geldiğinde tabiiki yine en öndeydim! Ve sahnede habire kabov diye pyrolar patlarken ben de deli gibi azıyordum! Schmier anonsların çoğunu İngilizce yaparak oraya Almanya dışından akın etmiş olan birçok insanın gönlünü almayı bildi. Peter Taegtgren ve Holy Moses Sabina’nın da konuk olarak katıldığı Destruction şovu bana göre günün/gecenin headliner’ıydı. Ondan sonra orkestra desteğiyle çıkan Doro’ya (Blaze destekli) ve Warlock’a göz atıp maalesef en son çıkacak olan Amon Amarth’ı bekleyemeyip (aşırı ölümcül yorgunluk ve çadıra dönme mecburiyeti) yatmaya gittim. Oysa çok istiyordum onları izlemeyi, RTN’de süperdiler ve bir kez de gece seyretmek istiyordum ama kısmet değilmiş, napalm!...
Bütün bu gün başka neler oldu durun bir hatırlayayım...VIP’e sabah ilk girişimde Destruction elemanları güneşte oturmuş takılıyorlardı, ben de onlarla takıldım. Schmier’e daha önce “Dünyayı Kurtaran Adam” filmini anlatmıştık RTN’de, sonra Cenk DVD’sini alıp bana vermişti ona götürmem için (resimlerine bile baksa yeter hesaabı :)), işte onu verdim falan, çok sevindi, geyiğini çevirdik bir de.
Böyle takılırken Amon Amarth’la karşılaştım. Onların da RTN’de rehberiydim, çok da sevmiştik birbirimizi, burada da habire muhabbet etmek zevkli oldu. “Mutlaka seyretmelisin bu gece bizi, yakacaz sahneyi resmen!” falan demelerine rağmen kaçırdığıma çok üzülüyorum.
RTN’de Türkçe öğrettiğim ve asılmalarına maruz kaldığım Blaze ise beni görünce “Aaa Seyda!” diye geldi sarıldı, çok içten ve tatlıydı aslında...”Erkek arkadaşın gelmedi mi?” diye sormayı da ihmal etmedi J ama esasen Angel ile ilgilenmekteydi “o” açıdan. Kendi tayfasıyla tanıştırdı, “gel bizle otur, bak benim arkadaşlar şunlar şunlar” şeklinde ilgi ve nezaket gösterdi ve festival boyunca beni her gördüğü yerde sarıldı, güzel sözler söyledi filan...
Destruction’un RTN’de sound’unu yapan Gerd ile de karşılaştık burada, acaip ciciydi. Beni önce Death Angel’in Mark Osegueda’sıyla tanıştırdı. Zaten hastasıydım grubun, onunla tanışınca beter oldum! Öyle tatlı, öyle centilmendi ki eridim gittim elimi tutup öpücük kondurduğunda...Gruba yaptığım iltifatları eğilerek saygıyla ve alçakgönüllülükle karşıladı, acaip şirindi ufak tefek ama dünya sevimlisi haliyle.
Ben daha “Ay neler oluyo böyle ayol” demeye kalmadan bir de Cannibal Corpse’un Corpsegrinder’ıyla tanıştırılmayayım mı!!! Hemen sordum tabii ertesi gün “Hammer Smashed Face”i çalacaklar mı diye ama belli değildi daha. Tam o sırada anlaşılan uzun zamandır görmediği bir kankası çıkageldi, bunlar acaip bir kavuşma yaşadılar, Corpsegrinder bunu aldı yoğurdu resmen koluna sıkıştırarak, biz de daha fazla muhabbeti bölmemek için yerimize döndük. Ben gerizekalı gibi bu ikisiyle fotoğraf çektirmeyi unuttuğum için dövündüm bütün gece ve ertesi gün bunu telafi etmeliyim diye inada verdim kendimi.
Bir ara Tom Angelripper’ rastladım, “Tom!” dedim, “Selam” dedim, “ben İstanbul’dan Seyda” diye kendimi tanıttım, “Resim çekilsek ya senle bi” dedim. Yanındaki arkadaşı “Ulan bu İstanbullular tuhaf bi biçimde hepsi çok iyi Almanca konuşuyo yaa!” diye şaşırıp çekiverdi bizi, güzel oldu.
Bu arada VIP bölgesinde takılan bir değil birsürü kibarca ifade etmek gerekirse groupie, yani esasen o ile başlayıp pu ile biten modelden şahıslar vardı. Orta malı şeklinde duran ve biri tanıdığımız olan bu arkadaşları avuçlayan avuçlayanaydı, böğk dedim kınadım kendimce. İçki su gibi akarken grup elemanları olsun, diğer herkes olsun feci zomdu gece gündüz. “Dejenerasyon nereye kadar?!” diye singıl çıkartayım ulan diye düşüncelere dalmış seyirci arasında dolanırken iki tipleme yolumu kesip “One Night Stand? Danke!” yazılı pankartı burnuma dayadılar! “Olmaz canım, hadi güzelime!” anlamına gelen bir iki el hareketiyle savuşturdum bu neşeli ikiliyi. Allahtan King Diamond tişörtüme elemanın biri tav oldu da geldi biraz muhabbetini yaptık sakinleştim! :p (Zaten King ve Mercyful tişörtü giyen çok az kişi vardı, tek kız da bendim giyen, bayağı bir saygı gösteren ve selam verip “cool!” falan diyen oldu...).Bir de Destruction’un merchandise’cısı Zwini ile eğlenceli bir tanışmamız oldu:
(Seyda stand’a girer): Selam, şu Destruction şapkası ne kadar?
(Elemanın biri): Zwiniii! Bak burada tam sana göre bir hatun var, Destruction soruyo!
(Zwini): Wow, sıkı hatun! Hemen geliyorum!! (Ortaya çıkar, üstü başı her yeri Destruction patch’i doludur)
(Ben yine): Şu ne kadar, bu ne kadar, şu var mı, bu var mı? ...(derken laf tabii ki İstanbul ve RTN’ye gelir, Zwini “Aaaaa ulan sen o musun???? Schmier anlattı, esasen ben de gelecektim oraya Schmier’lerle beraber ama olamadı maalesef bu sefer” olur ve nefis bir muhabbet ve birçok tişörtten ve hediye ıvır zıvırdan sonra Seyda oradan ayrılır).
3.Gün
Uyumayı becermiştim sonunda. Artık pisliğe de alışmıştım, kendimden iğrenmekten vazgeçmiştim. Rüzgarın terli vücuduma yapıştırdığı toz toprak ve saman partiküllerinin oluşturduğu tabakanın üzerinde su ve terden yollar oluşmuştu, saçlarım ise su, jöle ve pislik karışımıyla kalıp gibi durmaktaydı. Olsun, güzeldi! Kafamdan aşağı boşalttığım şişe suyuyla ayıldım, yine abes bir kahvaltı edip konser alanına doğru süzüldüm. Ortalık bilumum insan dışkısı kokuyordu, konser alanında çişten oluşmuş gölcüklerin üzerlerine saman konularak “kurutulmuştu” bunlar...herşey normaldi yani.
Günün açılışını Bal-Sagoth ile yaptım. Çok iyi geldi, tam anlamıyla ayıldım, ama yaklaşık 46.000 kişilik Wacken seyircisinin büyük bir bölümü sarhoşluğun dibine vurmuş vaziyette takılıyordu ortalıkta. Her yer Viking kılıklı, kilt giymiş uzun saçlı adam kaynıyordu, alkolden kopmuş durumda olmaları daha inandırıcı hale getiriyordu kostümlerini...Kafayı bulmuş bir eleman mütemadiyen bana ot ikram etmekte, ben de ısrarla reddetmekteydim. Habire verdiğim cevabı unuttuğu için de tekrar sormaktan kendini alıkoyamıyordu. Yazık ulan derken komik Fransızlardan biri geldi oturdu biraz benimle. O da festivalin tadını çıkarıyordu...Bense artık kendimce bir moda girmiş, hem kendi kendime müzikle çoşarak eğleniyor, hem de fena halde arkadaşlarımı özlüyordum. Ama sırada Death Angel vardı, şimdi başka düşüncelere dalmak olmazdı!
Sanırım Death Angel şovu festivalde en çok eğlendiğim anlardı. İnanılmaz bir enerji, inanılmaz bir gaz söz konusuydu. Ben yine en önde bağıra çağıra parçaları söylerken ve deli gibi headbang yaparken Mark Osegueda beni gördü, geldi ve sırıtıp el salladı bana. Bunu üç kez tekrarladı şov boyunca ve tabiiki bu sıcaklığı ve doğallığı ile, ayrıca önceki gün benimle kısa bir tanışma yaşamış olmasına rağmen beni unutmamış olmasıyla beni kalbimden bir kez daha vurdu!
Wacken’e gitmek istememin en önemli sebeplerinden olan Deicide iptal edilmiş ve yerine Unleashed ile anlaşılmıştı. Deicide’ın yerini asla tutamazdı ama Unleashed’i de çok severim, o yüzden izleyebildiğim kadar izledim ama bir yerinde artık açlıktan bayılacağımı düşünerek makarna yemeye gittim ve kendilerini uzaktan dinledim. Johnny bu arada Quorthon ve Chuck Schuldiner’ı da andı ve onların anısına “Evil Dead” çalındı.
Anthrax’da ortalık tıklım tıkıştı ve grup bir dakika bile yerinde durmadan koca Wacken’i salladı geçti! Kırkaltıbin kişiyle hep beraber “Antisocial”ı söylemek çok acaip bir duyguydu gerçekten!!!
Aralarda VIP’e gidip geliyordum yine içki/gölge/tuvalet ve muhabbet olayı için. Orada tekrar Death Angel Mark’la karşılaşınca şovu öve öve bitiremedim, ne kadar eğlendiğimi falan anlattım, o da alçakgönüllülükle teşekkür etti, “Gördüm seni!” dedi. Bu sırada menejeri de gelmişti. Türkiye’de konser isteriz dedim, Mark da bunu çok isteyeceğini söyledi, menejerin contact’larını aldım bunun üzerine belki RTN olarak böyle bir olaya gireriz diye ama Türkiye’de Death Angel seyircisi bulmak da zor olur doğrusu...
Yine boş boş gezinirken Corpsegrinder’a rastladım. Durdurup konuşmaya başladım, bu arada “Noldu” dedim, “Hammer Smashed Face’i çalabilecek misiniz?” diye sordum (sansürlenme durumları vardı çünkü). “Benimle erkek arkadaşımın parçasıdır, bizim için çok özel, çok romantik buluyoruz! J” diyince çok güldü, daha hala belli değildi ama çalıp çalamayacakları. Bir de fotoğraf istedim, “Önceki gün seni görünce afallamıştım, çektirmek aklıma gelmedi” dedim, o da “Boşver, ben de sarhoştum zaten!” dedi, fotoğraf çekildik sonra ve bir sürü “Rock on, man!”, “Sen de sert kal ulan!” dilekleriyle ayrıldık tekrar.
Sıra Cannibal Corpse konserine geldiğinde tansiyon iyice artmıştı. En önde hafif yanlardaki yerimi almıştım (moshpit’e girecek kadar canıma susamamıştım), sıcağın altında yarı aygın yarı baygın beklerken görevlinin biri bizi bahçe sular gibi suluyordu, ben de ona her türlü hayır duasında bulunuyordum... ve sonunda katliam başladı! Sansür müessesesine bolca küfür ve lanet yağdıran Corpsegrinder bir ara milleti iyice gaza getirmek için “şöyle sıkı bir moshpit görmek istiyorum!” diyince kan gövdeyi götürdü bir anda! Gözümün önünde dört kişi kan revan içinde kalabalığın içinden sıyrılıp alınarak revire taşındı sedyelerle!!! Cenk’le benim “parçamız”ın da sansüre takılıp çalınmadığı konser öyle ye da böyle unutulmaz bir anı olarak yer etti hafızamda, harika bir performanstı!
VIP’te Amon Amarth’ın Olavi’siyle muhabbet ederken bir ara Peter Taegtgren yanımıza gelmişti. Eski Hypocrisy döneminin hastası olan ben onu görünce zaten şöyle bir afallamış, daha sonra da grupla yine hatıra fotoğrafı çektirme şansı bulmuştum. Mutlu mesut bir fan olarak şimdi Nevermore’un bitmesini, Hypocrisy’nin başlamasını bekliyordum. Sonunda onları da seyredebilecektim! Gerçi doğal olarak daha çok son albümlerden çaldılar, ki onlara çok da bayılmam, ama eskilere de yer vermeleri bana yetti de arttı bile. Peter’in anonsları arasında “Bu güneşte biz zor çalarken siz nasıl sabahtan akşama kadar durup bin tane grup izliyorsunuz?? Süpersiniz!”, “Burada bu kadar kişiye çalmak ikibin kadınla aynı anda sevişmek gibi bir his!” falan şeklinde samimi açıklamalardan oluşuyordu...
Helloween’i oldum olası sevmem, uzaktan oturarak izledim, Children of Bodom’u da baştan sona izlemek istediysem de organizmam “Dinlen ulan!!!” diye beynime beynime mesaj verdiği için çok azına bakıp yine gittim oturdum VIP’e. Destruction Mike’la güzel güzel sohbet ederken Schmier de katıldı ortama ve akşam Saxon’la konuk olarak çıkacağını söyledi. Ben tabii bunu kaçırmamalıydım ve zaten kesinlikle Cenk için kaydetmeliydim de (bilmeyenler için: Cenk en büyük fanları olur!). “Ne zaman çıkacaksın? Çalacak mısın, söyleyecek misin??” sorularımın hiçbirinin yanıtını o an kendisi de bilmiyordu maalesef. Mahvolmuştum. Yine uzaktan söyle bir bakarım dediğim Saxon’u baştan sona seyretmek zorunda kalacaktım sırf bu yüzden!
Nitekim öyle oldu. Saxon başladığında benim iş arkadaşım da bütün gününü geçirdiği havuzdan tazelenmiş bir biçimde dönmüştü, beraber seyretmeye koyulduk. Baktım Olavi de seyrediyordu onları biraz ötede. Benim genelde yerde oturarak geçirdiğim iki saatin sonunda nihayet Chris Caffery ve Schmier konuk olarak çıkıp çalmaya başladı elemanlarla. Aman kaydediyim hemen derken tam o anda makinanın pili bitmesin mi!!! Karanlıkta acele acele değiştir, aman birşeyler düşürmemeye de dikkat et derken ne kendim seyredebildim olayı, ne de kaydedebildim son 3-4 saniyesi hariç!!! Sinirimden tepinebilirdim ama nefretimi Satyricon konserine hazırlık olarak sakladım...
Gecenin ve festivalin son grubu (J.B.O.isimli rezillik ötesi oluşumu saymazsak) Satyricon’du. Bense en nihayetinde gece ortamında gerçek bir black metal efsanesine tanık olacaktım. Günlerdir uykusuz ve aç geziniyor olmam ve sürekli oradan oraya koşturmam ya da ayakta durmam yüzünden anlatılamayacak kadar yorgun ve ağrı içindeydim ama bunların hepsine değerdi o gece seyrettiğim unutulmaz konser! Yanan haçlar ve yükselen alevlerle donatılmış bir sahnede, uzamış saçlarının arasından sadece ara sıra parlayan gözlerini görebildiğimiz ve bu haliyle tehlikeli ve güzel bir yırtıcıya benzeyen Satyr ve grubu inanılmaz bir perfeksiyonla çaldılar parçalarını ve bizi adeta kuzeyin karanlık, korku dolu ormanlarına götürdüler...Nefret dolu buz gibi anonslarıyla etkiyi güçlendirmekle kalmıyor, ruhlarımızı teslim alıyordu sanki Satyr. Ve derken gecenin onur konuğu, Darkthrone’un Nocturno Culto’su sahne aldı. Birçok Darkthrone ve Satyricon klasiği dinlerken anlatılamaz bir şekilde zevkin doruklarında geziniyordum ve bu çok özel gecede gözlerimi paralize olmuş bir şekilde sahneye dikmişken gördüklerime inanamıyordum. Her hareket, her adım, her bakış sanki dahi bir koreografın elinden çıkmış ve çalışılmıştı, Satyricon ve Nocturno Culto beraberliği bir saat gibi işliyordu ve kim ne derse desin bu SANATTI!
Satyricon’u izleyenler arasında bir anne ve kollarının arasında duran, başını onun karnına yaslamış küçük kızı da vardı, hoşuma gitti. Benim önümde ise Anathema’dan Jamie Cavanagh duruyordu. Ona daha önce de rastlamış ve ilk anda yine Vincent sanmıştım Rockistanbul’da olduğu gibi :), sonra da gülüşmüş ve konuşmuştuk biraz. Burada ne yaptığını sormuştum (saçma soru), kulağıma eğilip cevap vermek istemişti ama sarhoşluktan yanağıma yapıştı, sonra dengesini tekrar kazandı ve “Eğleniyoruuum eheheeeee” şeklinde bir cevap verdi. “Vincent’a selam söyle, maillerine baksın!” diyip ayrılmıştım sonra yanından. Tam Satyricon bitmiş ve herkes dağılıyorken bir baktım Mark Osegueda da oradaymış, “Ulan ne konserdi bee!” diye yorumlar yapıp tekrar sarıldık sıkı sıkı ve vedalaştık. Ne de olsa artık çadırıma dönecektim.
Diğerleriyle de vedalaşmak üzere VIP’e gittim. Ortalıkta acaip bir coşku, bir parti atmosferi ve inanılmaz bir kalabalık vardı. Nereye baksan tanıdık bir yüz görüyor, nereye dönsen bir grup elemanına çarpıyordun. Görebildiğim bilumum tanıdık grup elemanından, tanıdık roadie’lerden, şundan bundan vedalaştıktan sonra sıra “ev sahiplerim” olan Destruction’a da gelmişti sonunda. Mike dünya şirini rekortmeni olarak yine çok ciciydi, çok içten ve sarmaş dolaş bir vedalaşma oldu, ona bir de birlikte fotoğrafımızı verdim. Schmier ise süper alçakgönüllü ve kanka tavırlarla sımsıkı sarıldı ve yine çok tatlı bir sohbetten sonra onunla da ayrıldık. Fanları sürekli esir almaktaydı kendsini zaten. Marc’ı göremedim, selam söyledim ve “Nasıl yaa, bitti mi şimdi yani” diye düşünerek çadır yolunu tuttum.
Uzaktan J.B.O.’nun “Roots Bloody Roots Pavarotti versiyonu” çalınıyordu kulaklarıma. Tam “gidin artık müziği”! Umurumda değildi, hemen uyudum.
Ertesi sabah toparlanırken farkettim ki Jamie Cavanagh hemen bizim çadırın 1-2 çadır ötesinde kalıyormuş, o ve arkadaşları da toplanıyordular. Bense hem bitti diye hüzünlenirken aynı zamanda banyo yapacak olmanın sabırsızlığını yaşıyordum!!...Ve yola çıktık. Ama ne yol! Kilometrelerce süren bir tıkanıklıktan sonra – göz alabildiğince metalci arabası doluydu yine ortalık – biraz hareket etmeye başladık. Gerçi çok zevkliydi binlerce metal kardeşiyle beraber yolda kim ne dinliyor diye kulak kabartmak, yanından geçenleri kesmek, sırıtmak ve mosh çekmek, bağırıp çağırmak, korna çalmak ve el sallamak!...
Bu eğlence de bitti ve eve vardık. Kendimi suya bastım, bütün yorgunluk çamurla beraber aktı gitti...ve ben bir sonraki festivalin hayallerini kurmaya başladım bile! Ama bu sefer arkadaşlarımla...Bu yazıdan ne ders çıkarıyoruz? Evet, hayatta insanın gerçek dostları gibisi yok, onlar olmadan hiçbirşeyin zevki tam olarak çıkmıyor, ben bunu bilir bunu söylerim. İşte bu kadar!
Seyda “Abigail” Babaoğlu
Not: Kılık kıyafet konusunda aşmış arkadaşlar çoktu ama iki tanesini özellikle takdir ettim: biri mermili kemer giymişti, biri de yelek. Birşeyin üstüne falan diil, kemer ve yelek diyorum! :p Ben de uzaktan gelirlerken bu gözümü alan şeyler de ne diyordum, meğersem bu ikisinin pırıl pırıl, tüyden ve güneşten nasibini almamış narin bedenleriymiş...gururla sırıttılar yanımdan geçerken, ben de saygıyla selamladım bu yiğitleri ve uzaklaştım hemen!:)
Yorumlar
Yorum Gönder