King Diamond 13-14 Nisan 2001 Konserleri
Aşağıya 2001'de Turkish Coven için yazmış olduğum yazıyı kopyaladım. Harfine virgülüne dokunmadan o nostaljik haliyle bıraktım.
Uyarı: Bu yazı “şöyle yaptım, böyle ettim, şurayı imzalattım hatta bana şööle dedi hahhah” türü, tamamen kişisel deneyimlerden ibaret bir yazıdır. Bu yüzden de başlıkta “günlük” ifadesi kullanılmıştır. Bu tip yazılara gıcık olanlar (kendim yazmadığım sürece ben bu tip yazılardan hiç hazzetmem mesela, okurken de “e bana ne ki bunlardan” filan diyip yazara kızarım) bu sayfalardan uzak dursunlar.
KING DIAMOND KONSER GÜNLÜĞÜM
Hala trans halindeyim...Gerçekten geldi mi o, gördüğüm, konuştuğum o muydu...İki adım ötemdeki sahnede izlediğim, dinlediğim o muydu...Bunlara inanmak o kadar güç ki.
Çağlan benden bu yazıyı istediğinde çok sevindim gerçekten, çünkü bu iki gün boyunca yaşadıklarımı iş arkadaşlarımla veya annemle paylaşmam hakikaten zor olacaktı. Gerçi denemedim değil, mesela bugün bütün gün işyerindekilere şööööleydi bööööleydi diye anlattım durdum konserleri, “baaak bu endi la rok, baaak bu mayk viid, baaak bu da...” falan diye resimler gösterdim ama pek anlamış gibi gelmediler bana. Annemin yorumu ise “madem bu adam o kadar önemli, o zaman niye Cumhuriyet’te filan görmüyorum ben bunu” oldu. Köşe yazarı olmadığını anlatmak durumunda kaldım. Yani pek tatmin edici değildi, bu yüzden benim heyecanlarımı anlayacak ve paylaşacak kişilere yazma fırsatı çıkması hakikaten hayırlı bir iş oldu. Bana da bir nevi terapi olur ve başka konularda da konuşabilme özelliğime yeniden kavuşurum belki.
Onbir yıldır hasta derecede fanı olduğum Mercyful Fate ve King Diamond, benim için bu piyasadaki en ama en önemli iki grup olmuştur her zaman, dolayısıyla müthiş liderleri King Diamond da hep açık farkla en önemli, fakat aynı zamanda en ulaşılmaz adamdı benim gözümde. (Hatta bana uygun tişörtü bulunmadığından hep kendi yaptığım King Diamond tişörtleriyle gezdiğim için bir ara lakabım King Diamond’du!) Herneyse, Türkiye’ye her grup gelir ama King hayatta gelmez, göremiycem, imkansız diye düşünüyordum. Ta ki mübarek insanlar sayın Hammer Müzik ekibi bu imkansız gibi görünen rüyayı gerçekleştirene kadar.
13 Nisan Cuma günü geldi çattı...O güne kadar yaşadıklarımı ne siz sorun ne ben söyliyim. Erdem (Çapar) sabah beni arayıp basın toplantısında tercümanlık yapacağım konusunda bilgilendirdiği anda heyecandan heyecana koştum, elim titredi, birşeyler oldu. Kendi kendime telkinlerde bulunarak yola çıktım ve Cenk’i de (Turanlı, sevdiim kişi) alarak Sold Out’a ulaştım. Orada Erdem beni grubun menejeri Ole ile tanıştırdı ve grubun tercümanı ve her konuda yardımcısı ve rehberi olacağımı söyledi. Kendisiyle uzunca bir süre konuştuk, hem King ve birçoğu yine değişmiş olan grup üyeleri hakkında, hem de Türkiye’yi sarsan ekonomik kriz hakkında (merchandise fiyatlarını makul düzeyde tutmak istiyorlardı çünkü). Bu arada Roadie’ler hazırlık yapıyorlardı, her yerde grubun logosuyla bezenmiş roadcase’ler, gargoyle’lar, plastik bebeler, şamdanlar filan duruyordu. Heyecanım iyice arttı.
Derken otele gidip basın toplantısının biraz gecikeceğini söyleme zamanı geldi. Lobide bekleşirken yavaş yavaş grup elemanları da aşağı inmeye başladı, bu arada King’in güvenliğinden sorumlu iri insan John ve dövüş sporları ustası, King’in asistanı Mike ile de tanışmıştık. En sonunda King asansörden indi. Üzerinde bir adidas eşofman altı, kafasında ters beyzbol şapkası, gözünde güneş gözlükleri ve bir de püsküllü siyah bir deri mont vardı. İnanamamaya devam ederken bir yandan da kendimi tanıttım. Basın toplantısının olacağı konferans salonuna indiğimizde fotoğraflar çekilmeye başlandı ve ben de o sırada King’le uzunca bir süre konuşma fırsatı elde ettim. Kendisi basın toplantısının yapılacağını daha yirmi dakika önce öğrenmişti, ama son derece pozitif bir tavır sergiliyordu. Ben ona biraz geçen seneki ‘malum’ kız kurban etme olaylarından bahsettim, olanlara çok şaşırdı ve o insanları “hasta” olarak nitelendirdi, fakat o sıralarda lafımız bölündü çünkü artık sorulara geçilecekti.
Bir anda hayatta hiç kızarmayan ben vücudumdaki bütün kan mevcudunun floş diye kafama hücüm ettiğimi hissettim. Benden imkansızı istemekti aslında bu tercümanlık işi. Yani hayattaki en taptığım Metal şahsiyeti yanımda oturuyordu ve benden istenen şey, onun inci dişlerine ve gül çehresine dalıp dünyaötesi sesiyle hayal diyarlarına koşmam değil, milletin sorduğu soruları algılayıp çevirmem, bu yetmezmiş gibi bir de onun herbiri yaklaşık sekizbuçuk saat süren cevaplarını mümkün olduğunca eksiksiz bir şekilde tekrar saygıdeğer basına aktarmamdı. Hayır koskoca King, “şşş kardeşim dur biraz da buraya kadar olanını çevireyim hele bir” denmez ki. Ben de efendi gibi bekledim sözünü bitirmesini hep, sonra da olduğu kadar tercüme ettim. Aradaki bazı detay eksiklerine rağmen alnımın akıyla işin içinden çıktım. Yani o kadar da olur, biz de insan evladıyız sonuçta. Hayır yani, yanıma Zigi Marley’i, Hulyo İglesias’ı oturt, eksiksiz anlatiyim herşeyi, zerre heyecan duymam, bana ne ki. Ama King bu! KING!! Neyse, grup beni tebrik etti ya, o da bana bayaa moral kaynağı oldu.
Soru kısmı bittikten sonra herkes imza ve fotoğraf olayına girdi. Herkes çıktıktan sonra daha biz King’le konuştuk, ona Lars Ulrich’le görüşüyor mu hala filan gibi sorular sorduk (evet, görüşüyorlarmış, çok sık olmasa da). Cildinin onca makyaja rağmen ne kadar düzgün olduğuna şaşırdık, ben de nasıl bu kadar pürüzsüz ve kırışıksız kalabildiğini sordum (hani varsa bu işin bir sırrı bilelim, lazım olur ileride diye). Güldü ve beyaz boyanın vitaminli filan birşey olduğunu anlattı. Ancak siyah kısımların tamamı eyeliner’mış! Önce etrafını çizip sonra içlerini dolduruyormuş, hele çıkarması iyice zormuş. Konser boyunca terledikçe hepsi gözüne kaçmıyor mu diye sordum, tabii ki kaçıyormuş. Kıyamam!!! Sonra Erdem Rob Halford konusunu açtı, King de pek severmiş onu. Onun gay olmasıyla ilgili bir sorunu yokmuş, “Zaten ortalıkta kırıtarak dolaşmıyor, hani gelip beni öpmeye kalksa kıl olurum ama bu tip davranışlardan çok uzak, çok severim kendisini” dedi. Fotoğraf filan da çektirdikten sonra basın toplantısı haberini almadan önce yapmakta olduğu işi – pyro tamiri! – bitirmek üzere odasına çıktı ve konsere kadar bir daha da çıkmadı.
Aslında King burada olduğu sürece zaten bir tek konserler için odasını terketti ve her iki konser bitiminde de hemen tekrar odasına döndü. Bunun sebebi gayet basit: tur otobüsünde kesinlikle uyumazmış, dolayısıyla otelde uykusunu almaya çalışıyor. Bir saatten fazla süren makyajını yapması, sesini açması gibi işler de zaman alıyor tabii. Sonuçta o ve bütün ekibi tam birer profesyonel, herkes işini en iyi şekilde yapmaya çalışıyor ve bu da saygı duyulması gereken birşey.
Neyse efendim, konser vaktine kadar oteldeydim, zaman zaman grup elemanlarıyla konuştum, fakat esasen Mike ve John’a da yardımcı olmam gerektiği için konser ve güvenlikle ilgili detaylar hakkında bilgilendirildim. Ve büyük an gelip çattı...
Sold Out’un backstage kısmında Comma’nın bitmesini bekliyorduk. King halen oteldeydi, diğer grup üyeleri kendileri için ayrılmış odada takılıyorlardı. Derken Mike bana gidip King’i getirmemiz gerektiğini söyledi ve bizi bekleyen minibüse atlayıp otele döndük. Ben lobide beklerken Mike ve John majestelerinin odasına çıktılar ve bir süre sonra onunla birlikte asansörden indiler. Kalbim duracak sandım – kusursuz makyajı ve kostümüyle artık o sabah konuştuğum aklıbaşında, kibar adam değildi, bambaşka bir kişiliğe bürünmüştü. Bilinçaltımızın en gizli dehlizlerinden çıkagelmiş karanlık düşüncelerin vücüt bulmuş haliydi sanki, ışık saçan lacivert gözleri delici bakışlarla etrafını tarıyordu...
Minibüste ona “Korkunç görünüyorsun!” dedim (bu bir iltifattı). O ise “Saçlarını yeni mi boyadın yoksa sabah da böyleydi de ben güneş gözlüklerimi çıkarmadığım için mi anlamadım?” diye sordu. Tabii ki ikincisi geçerliydi. Şaşırdı. Mercyful Fate’ten de çalacaklar mı diye sordum, hayır dedi. Eskiden yaparlardı oysa. Olsun, ne önemi vardı ki, King’i sahnede karşımda canlı izleyecektim ya, miniminibirkuşdonmuştu’yu da söylese razıydım zaten. Makyajlı resmini çekmeme izin verdi. Poz verirken artık tamamen sahne kişiliğine geçiş yapmıştı. Backstage’de fazla konuşmuyordu, ruhunun derinliklerinden gelen, bu dünyaya ait olmayan bir sesle aynalara hırlıyordu ve dişlerini gösteriyordu! Sahneye doğru ilerlerken bana kemik mikrofonunu uzatıp “Dokun ona, gerçek o!” dedi. İtaat ettim tabii. Sonra konser başladı ve biz ön tarafa koştuk, saniye kaçırmak istemiyorduk ne de olsa.
“Welcome Home” ile başladılar, bu kesinlikle süper bir seçimdi ve dansçı kız Jodi’nin titrek, aksi Grandma tiplemesi çok başarılıydı doğrusu! Birbuçuk saatin nasıl geçtiğini hiç anlamadım, sanırım herkes de benim gibi hissetti. Söylememe gerek yok, müthiş bir konserdi! Ses teknisyeninin yanından seyrettiğim şovun her anını heyecandan titreyerek izledim. Voodoo davullarının büyüleyici ritmi, engizisyon tarafından yakılan Jeanne Dibasson’un acı içindeki kıvranması kanımı dondururken bir yandan da hayatımın en mutlu anlarından birini yaşıyordum! Bu arada ses teknisyeni de övgüye layık bir arkadaştı, genel sesle uğraşmanın yanısıra POD denilen cihaz ile King’in vokallerine gerekli efektleri sağlıyor, gereken yerlerde derinlik veriyordu. İşinde kesinlikle çok başarılıydı! En son olarak “No Presents for Christmas” ezgileri eşliğinde King Noel Baba peleriniyle sahneye çıktı, grotesk bir görüntüydü - nerede o babacan, ak sakallı Noel Baba, nerede laneth (!) okuyan bakışları ve kurtadam favorileriyle King!
Konser bitmeden King otel odasına dönmüştü bile. Oradan ertesi günkü konsere kadar artık çıkmayacağını bildiğimiz için biz de davulcu Matt ile sabah buluşup Aya Sofya’ya gitmek üzere planımızı yaptıktan sonra evlerimize dönüp mutlu mesut uykuya daldık.
Cumartesi sabahı planladığımız gibi Cenk ve ben, Matt ve Jodi ile Sultanahmet’e gittik. Aynı saatlerde bir diğer ekip de roadie’lerle Andy’yi Kapalıçarşı’da gezdiriyorlardı. Belki daha sonra onlarla buluşuruz diye düşündük ama hava çok soğuk olduğundan işimiz bittiğinde otele dönmeyi tercih ettik. Matt ve Jodi son derece tatlı insanlardı, fakat özellikle Matt inanılmaz içten ve dost canlısı biriydi. Aya Sofya’yı dışarıdan seyretmekle yetindiler, zira çok fazla sıra vardı, ama Sultanahmet Camii ve Yerebatan Sarayını gezip hayran kaldılar. Matt’e göre grup üyeleri bin kere turneye çıktıkları için gezmek yerine dinlenmeyi tercih ediyorlardı, ama kendisi her gittiği yeri gezip görmek isteyen biri olduğundan otelde oturarak kesinlikle rahat edemeyeceğini söyledi. Onu gezdirdiğimiz için çok teşekkür etti ve Amerika’ya gelirsek mutlaka karşılığını vereceğini söyledi. Herşeyin resmini çektiler, sonra otele döndük.
Otel lobisinde Andy LaRoque ile karşılaştık. Elinde 3-4 torba vardı, Kapalıçarşı’dan deri giysiler almışlardı. Bu arada Çağlan ve Doğu Yücel onu kısa bir röportaj için ikna edebilir miyim diye sordular, sordum, kabul etti. Eşyalarını odasına bıraktıktan sonra geldi ve önce benim imza ve fotoğraf olayımı hallettik, sonra da röportaja başladık. Çok ilginç cevaplar aldık, iki çocuk babası bu son derece sakin, güleryüzlü ve sabırlı adam özel soruları bile içtenlikle cevapladı.
Daha sonra tur otobüsüne oturup Matt ve John ile muhabbet ettim. Sokak cocuklarını filan konuştuk, önceki gece John Taksim’de arkadaşlarıylayken bayağı rahatsız edilmiş söylediğine göre. Ben biraz durumu açıkladım, tiner olayı karşısında şoke oldular. Bu arada John’un sinirli tavırlarına bayağı alışmıştım, çünkü eleman aslında biraz da işi gereği öyleydi. Bana sabah otelde bir anda kanı kaynamış ve sarılmıştı bile! Yine de yanlış bildiği ya da fazla ciddiye aldığı konularda fikrini değiştirmek için elimden geleni yaparak bir de vatana millete hizmet ettim!
Sonra Hal Patino otobüsün arka kısmından çıkageldi ve uzun bir süre de onunla sohbet ettik. İçecek filan ikram etti, utandım almadım. Aslında koskoca Hal Patino’nun elinden çıkmış kahve de içilirdi yani. Zaten grup da kahve tüketimiyle meşhur! Çocuklarını sordum, iki oğlu bir kızı varmış. En büyüğü oniki yaşındaymış. Ailenden ayrı turnede olmak zor değil mi dedim, zor tabii dedi. Ama aynı zamanda bunun ilk kez olduğunu söyledi. Peki çocukların babalarının bir Rock Star olmasını “cool” buluyorlar mı diye sordum, yine evet dedi. Zaten hepsi de bu tür müzik dinliyorlarmış. Karısı ise ilk aşkı gibi birşeymiş, asırlardır beraberlermiş. Bu arada Cenk de gelmişti ve otobüste de foto çekmeyi ihmal etmedik. Hal, Cenk’e bir gece önce kullandığı bas tellerini de vermişti bu arada, çünkü herbirini sadece bir kez kullanırmış!
Bu arada tur otobüsünden de bahsetmek isterim sizlere. En önde karşılıklı koltuklar ve masalar, masaların üzerinde oyun kağıtları, şekerlemeler ve bilumum kahve fincanları bulunuyordu. Bu bölümde iki de TV var. Orta kısımda mutfak bölümü ve yataklar, en arkada ise yine ayrı bir bölme haline getirilmiş oturma kısmı var. Turne işinin kesinlikle zor birşey olduğuna emin oldum. Ve King’in neden otel odasını terketmediğini de ziyadesiyle anladım!
Konser zamanı yaklaşınca King henüz makyajını yapmakta olduğu için Mike ve ben ilk önce Andy LaRocque’ı minibüsle mekana götürdük. Yolda konuşurken bu gün “Help”i çalacak mısınız diye sordum, aldığım evet cevabı beni mutlu etti. Fakat bir önceki günden oldukça farklı olacağını zannettiğim setlist’te sadece 1-2 parçalık bir değişiklik olduğunu öğrenmek beni biraz şaşırttı. Herneyse, backstage’de yarım saat daha bekledikten sonra Mike ve ben tekrar minibüse atlayıp bu sefer King’i almaya gittik.
Bu sefer Mike’la beraber odasına ben de çıktım. İçeri girdiğimde tüm ihtişamı ile karşımdaydı. Mike dışında benden başka kimsenin ayak basmadığı, King’in kendine özel, kutsal mekanına girmiş olmanın heyecanı vardı üzerimde. Odasındaki iki yatağın da üzerleri eşyalarla bezeliydi, ortalık darmadağınıktı, yerde ise banyo terlikleri (!) duruyordu, nosnormal, lacivert-beyaz çizgili banyo terlikleri...Ne tuhaf, o da insanmış diye geçirdim aklımdan.
Selamlaştıktan sonra ilk söylediğim şey “Ne çok eşyan varmış!!” oldu. E herhalde olacaktı, benimki de laf yani. O ise yine saçıma şaşırdı! “Saçının rengini mi değiştirdin yine?” dedi, yoo dedim, “Ama dün minibüste mavimsi bir rengi yok muydu??” dedi, yine “Yoo, başından beri pembeydi!” dedim. “O zaman ışığa göre değişiyor, vay be, ben de habire değiştiriyorsun sanıyordum” dedi, “Buna vaktim olmazdı ki” dedim. Kalbim artık durdu duracaktı, koskoca King benimle ilgili detaylara dikkat etmişti ve bana sorular soruyordu!!!
Kendisine Cd kitapçıklarımı ve bazı özel eşyalarımı imzalatırken ona bunun hayatımın en mutlu günü olduğunu söyledim, o da güldü ve bunun çok iddialı bir söz olduğunu söyledi. Ben de ona bu anı onbir senedir beklediğimi ve asla gerçekleşebileceğini düşünmediğimi anlattım. Ayrıca onların bu kadar iyi insanlar olmalarına ne kadar şaşırdığımı da söyledim, Rock Star tavırları beklerken son derece nazik, kibar insanlarla karşılaşmış olmanın verdiği mutluluğu anlattım. King çok alçakgönüllüydü, Mike ise genel olarak insanlar onlara nasıl davranıyorlarsa onların da o şekilde karşılık verdiklerini açıkladı.
Cd kitapçığına ismimi yanlış yazmamak için tekrar adımı sorduğunda heceledim ve “Satan gibi telaffuz ediliyor” dedim, çok güldü. Yatağına oturmuş sabırlı bir biçimde evden seçerek getirdiğim kitapçıklarıma “Abigail, 9, şu, bu...” yazarken ona gülerek dedim ki “Bu kadar sigara içen bir adamda böyle ses olmaz, bu kadar makyaja da hiçbir cilt böyle pürüzsüz kalmaz, sen kesin bunların karşılığında ruhunu sattın dimi, söyle!”. Yine o kristal berraklığındaki, “HAH HAH HAH!” soundundaki gülüşüyle cevap verdi...Bu arada ondan backstage’de sefkilim Cenk’in de imza ve makyajlı foto işlerini halledeceğine dair söz almıştım bile. Ne anlayışlıydı, hiçbirşeye yeter, sıkıldım, olmaz filan demiyordu. Metal dünyasının bu en önemli kilometretaşlarından biri, ikon statüsüne ulaşmış King Diamond alçakgönüllülüğüyle de kral adına layık olduğunu kanıtlıyordu. Oysa müzik piyasasında King’in onda biri kadar bile yeteneğe, tecrübeye ve yaratıcılığa sahip olmayan tiplerin ne kadar kendini beğenmiş, kaba ve şımarık olabildiklerini hepimiz az çok biliyoruz.
Bu arada 1-2 Mercyful Fate kitapçığı getirmiştim, diğer Mercyful’ların boşanırken eski kocamda kaldığını söyledim. “Ben de evliydim!” dedi, biliyorum dedim. İkimizin de sekizer yıl evli kalmış olmasına şaşırdık, ben de hemen bunu bir işaret olarak değerlendirdim, “Bak, ne çok ortak yönümüz varmış” dedim filan ve bazı komik yorumlar yaptık, ama bunlara şimdi girmeyelim (!!). Bu sekiz yıl konusundan dolayı yaşımı merak etti, söyledim. Sonra onunkini sordum, “47 yaşındasın dimi?” dedim, “O kadar da yaşlı değilim!” dedi, ben de iki yaş indim ve bu sefer tutturdum. Bu arada Mike bir de full makyajlı fotoğrafımı çekti onunla orada, sonra toparlanıp çıktık.
Asansörde ona gayet patavatsız bir şekilde niçin boşandığını sordum, o da anlattı. Fakat bunların fazlasıyla özel olduğunu düşündüğüm için burada açıklamam yakışık almaz... Bu arada elinde havlularla otelin halkla ilişkiler müdiresi de asansöre bindi ve bir an karşısında cehennemden çıkagelmişe benzeyen King’i görünce şaşırdı, ancak artık bizi çoktan benimsemiş olduğundan hemen toparlandı ve bize konserde iyi eğlenceler diledi.
Hemen bizi dışarıda bekleyen minibüse bindik ve konser mekanına gitmeden önce King otelin önünde onu beklemiş olan bazı fanlarına Mike aracılığıyla imzalar dağıttı. Bu arada ona grubun logosundaki sembolü sorma fırsatı buldum ve ‘malum’ İncil’de bulunan bir sembol olduğunu öğrendim. “Dün giydiğim T-shirt’ü kendim yapmıştım, logoyu çizerken sana bunu sormayı aklıma koymuştum” dedim, o da T-shirt’ü çok beğendiğini söyledi. Sonra yola çıktık. Yolda bana “İngilizce öğretmeniymişsin, doğru mu?” dediğinde küçük dilimi yuttum – benim hakkımda konuşmuşlardı ve şimdi bundan yola çıkarak King – KING!!!- bana soru soruyor, ilgi gösteriyordu. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi bu! “Nasıl İngilizcen bu kadar iyi olabiliyor?” dedi, “Bilmem, özel birşey yapmadım, ama öğrenmeye Almanya’da yaşarken başlamıştım” dedim. “O zaman Almanca da biliyorsun, vay be!” dedi. King’in övgülerine layık oldum ya daha ne isterim! Görüyorsunuz, zamanında derslerine çalışmanın ne gibi faydaları varmış.
Neyse, örtmenlik damarım tuttu bir an. Konuya dönelim. Minibüste giderkene ona “Voodoo” albümünün konu bakımından Amerika’ya taşınmasıyla ilgisi var mı diye sordum, yokmuş. Veba ile ilgili araştırmalar yaparken bu konuya dalmış. Bir de ona, müzüğiyle ilgili bazı tuhaf anılarımı anlattım, özellikle de “Fatal Portrait” ile ilgili olanları. “Senin müziğin hiç tekin değil, kesinlikle eminim bundan, var bir şeyler!...” dedim gülerek. O da güldü ve “Sanırım o albümü dinlemesen daha iyi olur!” dedi.
Konserden sonra lobiye inmeyeceğini öğrendim, ama vedalaşmak için konser bitiminden yaklaşık birbuçuk saat sonra odasına gelebileceğimi söyledi, uçtum! Bu arada Sold Out’a varmıştık, ben yanımda duran elbiselerini aldım, ama o benden önce inip tam bir centilmen gibi davrandı ve onları elimden aldı. Backstage’de herkesin onunla fotoğraflarını çektim, bu arada bir de kısacık bir video çekimi yapıldı. Sonra Cenk kendi Cd’lerini imzalatmaya başladı, ta ki backstage’de ikimizden başka kimse kalmayana kadar! En son biz de koştura koştura çıktık, çıkar çıkmaz da King sahneye çıktı ve bize yine muhteşem bir görsel ve işitsel ziyafet çekti!
Başlangıçta bir ara Andy’nin gitarı duyulmadı, bu yüzden soloyu da atamadı, bir de Hal Patino basıyla ilgili bazı sorunlar yaşadı fakat bunlara rağmen yine tek kelimeyle mükemmel bir konserdi. Sound muhteşemdi, parçaları adeta CD’den dinliyor gibiydik! İkinci gün yaş sınırı olmadığından ufak yaştakilerin King’i fazlaca tanımayacaklarını sanan ben fena yanıldım, yine herkes bütün parçaları hep bir ağızdan söylüyordu çünkü! İlk güne göre daha az kişi gelmişti ama bu konserin havasını hiç bozmadı. King yine aynı edepsizlikle Grandma’yla atıştı, aynı korkuyla beyaz kurdun peşinden gitti ve onun Angel’a dönüşmesini izledi, aynı şefkatle Sarah’ı okşadı ve aynı zevkle Jeanne’ı yakılmak üzere sahneye getirdi. Tam “Abigail”in adını söylerken beni parmakla göstermesi ise beni tam kalbimden vuran bir hareket oldu. Artık ortalıkta “Abigail’im ben, ayağınızı denk alın!” diye dolaşıyorum. Allahım, millet nelere gururlanır, bir de bizim halimize bak. Ama rakınrol bu, hiçbirşeylere değişmem!!!
Setlist’te yer alan parçalar şöyle sıralanıyordu: Welcome Home, The Invisible Guests, Voodoo, Sarah’s Night, Sleepless Nights, Follow the Wolf, House of God, Black Devil, Help!!!, The Candle/Dressed in White, Eye of the Witch, Burn, Abigail, The Black Horsemen ve ekstralar The Family Ghost ve No Presents for Christmas. Daha çok eski parçalara yer verilmiş olması beni çok sevindirdi, ne de olsa eskileri canlı olarak dinleme şansına ilk kez kavuşuyorduk. Yeni parçaların sadece Voodoo ve özellikle de House of God albümlerinden seçilmiş olması biraz şaşırtıcıydı, zira her albümden en az bir şarkı olmasını beklerdim, ama bence yine de isabetli bir seçim yapmışlardı ve sanırım bütün fanlar da memnun kalmıştı. Konser yine iki kez bis yapıldıktan sonra bitti, elemanlar pena filan dağıtırken bir iki fanın sahneye atlaması bir miktar heyecan yarattıysa da neyse ki kimseye birşey olmadı ve bu iki konser asla silinmemek üzere orada bulunan herkesin belleklerine mutlu birer anı olarak kazındı.
Otele dönüp herkesin hazırlıklarını bitirmesini bekledik. Roadie’ler Sold Out’un önüne parketmiş koca TIR’ı doldururken grup elemanları da odalarında hazırlanıyorlardı. Ben ise zamanı gelince Mike ile birlikte King’in odasına çıktım, hem son olarak kendi yapımım olan tişörtü ve yeni aldığım posteri imzalatacak, hem de veda edecektim.
Bu sefer dağınıklıktan eser kalmamıştı, King bütün çantalarını toplamış, odayı havalandırmış, duş alıp makyajını çıkartmıştı. Selamlaşma faslından sonra ona posterimi imzalatırken acaba hiç onu şapkasız görme şansımız olabilir mi diye sordum, olamazmış, zira bu onun özelliğiymiş (“trademark”). İyi madem diyip tişörtümü çantamdan çıkarıp üzerime giydim ve sırtımı imzalattım (söylemesi ayıp süper oldu). “Herkes görebilsin diye şimdi saçımı kesmem gerekecek!” dedim, “Sakın yapma öyle birşey!” dedi. “Toplayabilirsin mesela” deyince ben de “Asla toplu durmuyor, bu da benim trademark’ım!” dedim, güldük.
Bir şekilde konu sigaraya geldi yine, sigaranın tadını ne kadar çok sevdiğini, onu ne kadar rahatlattığını anlattı. Buna karşın asla uyuşturucuya bulaşmadığını söyledi. “Fakat iki kere denediğini okumuştum” dedim, evet dedi, denemiş ama ilkinde kendi sesinden korkmuş, ikincisinde de sadece sızmış, bir daha da denememiş. Ben de rahatlamak için kendimi çikolataya adadığımı söyledim, özellikle de boşandıktan sonra. “Haha, çok tehlikeli!” diye güldü, fakat buradan yine boşanma konusu açılınca on saat “Sende de şöyle oldu mu, şöyle hissediyorsun dimi, şunu şunu düşündün dimi, aa evet ya ben de aynısını hissettim, ben de böyle düşündüm” filan diye duygu, düşünce ve deneyimlerimizi paylaştık. Burada inanılmaz olan şey, bu konuda beni bugüne kadar kendi çevremden kimsenin tam olarak anlamamasına rağmen King’in yüzde yüz anlamasıydı ve daha ben söyleyemeden kelimeleri benden önce telaffuz etmesiydi. O kadar rahatlatıcıydı ki!
Son bir fotoğraf çektirdikten sonra veda zamanı geldi, zira lobide durmayıp hemen otobüse bindirilecekti. Birbirimize sarıldık, o kadar sıkı sarıldı ki bir an nefes alamadım, sonra da onu Türk usulü iki yanağından öpüp bıraktım. Karşılıklı “kendine iyi bak” dilekleriyle ayrıldık ve ben Mike’la lobiye indim. Aşağıda bütün grup ve ekip ile vedalaştık ve Matt ile bağlantıda kalmak üzere birbirimize söz verdik, çünkü nefis arkadaş olduk bu iki gün boyunca. Bu arada Mike Wead Cenk’e gelecek sene Mercyful Fate ile gelmek isteyeceklerini söylemiş, bana da ekipten bir eleman seneye Abigail 2 turnesi kapsamında yine gelmek istediklerini söyledi. Bu sözler mutluluğuma mutluluk kattı ve ayrılık acılarımı biraz da olsa hafifletti.
Artık sadece King kalmıştı otobüse binmemiş olan. Derken o da korumalarıyla asnsörden indi, kısa bir durum değerlendirmesinden sonra da kapıya doğru yöneldi. Yanımdan geçerken son kez “Take care” dedi ve hemen otobüse bindirildi. Otelin dışında beklemiş olan birkaç fan ile beraber otobüs kalkana kadar bekledik, el salladık filan, sonra da gözden kayboldular. O gece kendimize gelmek üzere içmeye gittik, ama aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen ben halen kendime gelmiş filan değilim. Bir daha da düzelir miyim bilmem! (Zaten gittiklerinden beri Onur Özdamar’ın nefis King Diamond/Mercyful Fate internet sitesi “Turkish Coven”dan çıkmaz oldum. Bütün fanlara tavsiye ederim, ben bir internet tembeli olduğumdan daha önce bu sayfadan haberdar değildim, ama şimdi üyeyim ve aynı zevkleri paylaşan insanlarla aynı çatı altında buluşmaktan kıvanç duyuyorum sayın seyirciler). Onunla tanışmak, konuşmak, ona en çok yakınlaşan kişi olabilmek bana göre ulaşılabilecek en üst noktaydı ve buna ulaştım! Mutluyum ben, dokunmayın bana.
Seyda “Abigail” Babaoğlu (ex-Peker)
Son olarak bir espri: Matt gruba girdiği zaman gruptan biri hapşırınca ne diyeceğini şaşırmış. İngilizce’de “Çok yaşa” demek yerine “Tanrı seni kutsanın” anlamına gelen “Bless you” kullanılır ya, Matt bunu grubun inançlarına pek uygun bulmamış, acaba “Damn you!” (“Allah belanı versin!”) mi demem gerekir diye düşünmüş...:P
Uyarı: Bu yazı “şöyle yaptım, böyle ettim, şurayı imzalattım hatta bana şööle dedi hahhah” türü, tamamen kişisel deneyimlerden ibaret bir yazıdır. Bu yüzden de başlıkta “günlük” ifadesi kullanılmıştır. Bu tip yazılara gıcık olanlar (kendim yazmadığım sürece ben bu tip yazılardan hiç hazzetmem mesela, okurken de “e bana ne ki bunlardan” filan diyip yazara kızarım) bu sayfalardan uzak dursunlar.
KING DIAMOND KONSER GÜNLÜĞÜM
Hala trans halindeyim...Gerçekten geldi mi o, gördüğüm, konuştuğum o muydu...İki adım ötemdeki sahnede izlediğim, dinlediğim o muydu...Bunlara inanmak o kadar güç ki.
Çağlan benden bu yazıyı istediğinde çok sevindim gerçekten, çünkü bu iki gün boyunca yaşadıklarımı iş arkadaşlarımla veya annemle paylaşmam hakikaten zor olacaktı. Gerçi denemedim değil, mesela bugün bütün gün işyerindekilere şööööleydi bööööleydi diye anlattım durdum konserleri, “baaak bu endi la rok, baaak bu mayk viid, baaak bu da...” falan diye resimler gösterdim ama pek anlamış gibi gelmediler bana. Annemin yorumu ise “madem bu adam o kadar önemli, o zaman niye Cumhuriyet’te filan görmüyorum ben bunu” oldu. Köşe yazarı olmadığını anlatmak durumunda kaldım. Yani pek tatmin edici değildi, bu yüzden benim heyecanlarımı anlayacak ve paylaşacak kişilere yazma fırsatı çıkması hakikaten hayırlı bir iş oldu. Bana da bir nevi terapi olur ve başka konularda da konuşabilme özelliğime yeniden kavuşurum belki.
Onbir yıldır hasta derecede fanı olduğum Mercyful Fate ve King Diamond, benim için bu piyasadaki en ama en önemli iki grup olmuştur her zaman, dolayısıyla müthiş liderleri King Diamond da hep açık farkla en önemli, fakat aynı zamanda en ulaşılmaz adamdı benim gözümde. (Hatta bana uygun tişörtü bulunmadığından hep kendi yaptığım King Diamond tişörtleriyle gezdiğim için bir ara lakabım King Diamond’du!) Herneyse, Türkiye’ye her grup gelir ama King hayatta gelmez, göremiycem, imkansız diye düşünüyordum. Ta ki mübarek insanlar sayın Hammer Müzik ekibi bu imkansız gibi görünen rüyayı gerçekleştirene kadar.
13 Nisan Cuma günü geldi çattı...O güne kadar yaşadıklarımı ne siz sorun ne ben söyliyim. Erdem (Çapar) sabah beni arayıp basın toplantısında tercümanlık yapacağım konusunda bilgilendirdiği anda heyecandan heyecana koştum, elim titredi, birşeyler oldu. Kendi kendime telkinlerde bulunarak yola çıktım ve Cenk’i de (Turanlı, sevdiim kişi) alarak Sold Out’a ulaştım. Orada Erdem beni grubun menejeri Ole ile tanıştırdı ve grubun tercümanı ve her konuda yardımcısı ve rehberi olacağımı söyledi. Kendisiyle uzunca bir süre konuştuk, hem King ve birçoğu yine değişmiş olan grup üyeleri hakkında, hem de Türkiye’yi sarsan ekonomik kriz hakkında (merchandise fiyatlarını makul düzeyde tutmak istiyorlardı çünkü). Bu arada Roadie’ler hazırlık yapıyorlardı, her yerde grubun logosuyla bezenmiş roadcase’ler, gargoyle’lar, plastik bebeler, şamdanlar filan duruyordu. Heyecanım iyice arttı.
Derken otele gidip basın toplantısının biraz gecikeceğini söyleme zamanı geldi. Lobide bekleşirken yavaş yavaş grup elemanları da aşağı inmeye başladı, bu arada King’in güvenliğinden sorumlu iri insan John ve dövüş sporları ustası, King’in asistanı Mike ile de tanışmıştık. En sonunda King asansörden indi. Üzerinde bir adidas eşofman altı, kafasında ters beyzbol şapkası, gözünde güneş gözlükleri ve bir de püsküllü siyah bir deri mont vardı. İnanamamaya devam ederken bir yandan da kendimi tanıttım. Basın toplantısının olacağı konferans salonuna indiğimizde fotoğraflar çekilmeye başlandı ve ben de o sırada King’le uzunca bir süre konuşma fırsatı elde ettim. Kendisi basın toplantısının yapılacağını daha yirmi dakika önce öğrenmişti, ama son derece pozitif bir tavır sergiliyordu. Ben ona biraz geçen seneki ‘malum’ kız kurban etme olaylarından bahsettim, olanlara çok şaşırdı ve o insanları “hasta” olarak nitelendirdi, fakat o sıralarda lafımız bölündü çünkü artık sorulara geçilecekti.
Bir anda hayatta hiç kızarmayan ben vücudumdaki bütün kan mevcudunun floş diye kafama hücüm ettiğimi hissettim. Benden imkansızı istemekti aslında bu tercümanlık işi. Yani hayattaki en taptığım Metal şahsiyeti yanımda oturuyordu ve benden istenen şey, onun inci dişlerine ve gül çehresine dalıp dünyaötesi sesiyle hayal diyarlarına koşmam değil, milletin sorduğu soruları algılayıp çevirmem, bu yetmezmiş gibi bir de onun herbiri yaklaşık sekizbuçuk saat süren cevaplarını mümkün olduğunca eksiksiz bir şekilde tekrar saygıdeğer basına aktarmamdı. Hayır koskoca King, “şşş kardeşim dur biraz da buraya kadar olanını çevireyim hele bir” denmez ki. Ben de efendi gibi bekledim sözünü bitirmesini hep, sonra da olduğu kadar tercüme ettim. Aradaki bazı detay eksiklerine rağmen alnımın akıyla işin içinden çıktım. Yani o kadar da olur, biz de insan evladıyız sonuçta. Hayır yani, yanıma Zigi Marley’i, Hulyo İglesias’ı oturt, eksiksiz anlatiyim herşeyi, zerre heyecan duymam, bana ne ki. Ama King bu! KING!! Neyse, grup beni tebrik etti ya, o da bana bayaa moral kaynağı oldu.
Soru kısmı bittikten sonra herkes imza ve fotoğraf olayına girdi. Herkes çıktıktan sonra daha biz King’le konuştuk, ona Lars Ulrich’le görüşüyor mu hala filan gibi sorular sorduk (evet, görüşüyorlarmış, çok sık olmasa da). Cildinin onca makyaja rağmen ne kadar düzgün olduğuna şaşırdık, ben de nasıl bu kadar pürüzsüz ve kırışıksız kalabildiğini sordum (hani varsa bu işin bir sırrı bilelim, lazım olur ileride diye). Güldü ve beyaz boyanın vitaminli filan birşey olduğunu anlattı. Ancak siyah kısımların tamamı eyeliner’mış! Önce etrafını çizip sonra içlerini dolduruyormuş, hele çıkarması iyice zormuş. Konser boyunca terledikçe hepsi gözüne kaçmıyor mu diye sordum, tabii ki kaçıyormuş. Kıyamam!!! Sonra Erdem Rob Halford konusunu açtı, King de pek severmiş onu. Onun gay olmasıyla ilgili bir sorunu yokmuş, “Zaten ortalıkta kırıtarak dolaşmıyor, hani gelip beni öpmeye kalksa kıl olurum ama bu tip davranışlardan çok uzak, çok severim kendisini” dedi. Fotoğraf filan da çektirdikten sonra basın toplantısı haberini almadan önce yapmakta olduğu işi – pyro tamiri! – bitirmek üzere odasına çıktı ve konsere kadar bir daha da çıkmadı.
Aslında King burada olduğu sürece zaten bir tek konserler için odasını terketti ve her iki konser bitiminde de hemen tekrar odasına döndü. Bunun sebebi gayet basit: tur otobüsünde kesinlikle uyumazmış, dolayısıyla otelde uykusunu almaya çalışıyor. Bir saatten fazla süren makyajını yapması, sesini açması gibi işler de zaman alıyor tabii. Sonuçta o ve bütün ekibi tam birer profesyonel, herkes işini en iyi şekilde yapmaya çalışıyor ve bu da saygı duyulması gereken birşey.
Neyse efendim, konser vaktine kadar oteldeydim, zaman zaman grup elemanlarıyla konuştum, fakat esasen Mike ve John’a da yardımcı olmam gerektiği için konser ve güvenlikle ilgili detaylar hakkında bilgilendirildim. Ve büyük an gelip çattı...
Sold Out’un backstage kısmında Comma’nın bitmesini bekliyorduk. King halen oteldeydi, diğer grup üyeleri kendileri için ayrılmış odada takılıyorlardı. Derken Mike bana gidip King’i getirmemiz gerektiğini söyledi ve bizi bekleyen minibüse atlayıp otele döndük. Ben lobide beklerken Mike ve John majestelerinin odasına çıktılar ve bir süre sonra onunla birlikte asansörden indiler. Kalbim duracak sandım – kusursuz makyajı ve kostümüyle artık o sabah konuştuğum aklıbaşında, kibar adam değildi, bambaşka bir kişiliğe bürünmüştü. Bilinçaltımızın en gizli dehlizlerinden çıkagelmiş karanlık düşüncelerin vücüt bulmuş haliydi sanki, ışık saçan lacivert gözleri delici bakışlarla etrafını tarıyordu...
Minibüste ona “Korkunç görünüyorsun!” dedim (bu bir iltifattı). O ise “Saçlarını yeni mi boyadın yoksa sabah da böyleydi de ben güneş gözlüklerimi çıkarmadığım için mi anlamadım?” diye sordu. Tabii ki ikincisi geçerliydi. Şaşırdı. Mercyful Fate’ten de çalacaklar mı diye sordum, hayır dedi. Eskiden yaparlardı oysa. Olsun, ne önemi vardı ki, King’i sahnede karşımda canlı izleyecektim ya, miniminibirkuşdonmuştu’yu da söylese razıydım zaten. Makyajlı resmini çekmeme izin verdi. Poz verirken artık tamamen sahne kişiliğine geçiş yapmıştı. Backstage’de fazla konuşmuyordu, ruhunun derinliklerinden gelen, bu dünyaya ait olmayan bir sesle aynalara hırlıyordu ve dişlerini gösteriyordu! Sahneye doğru ilerlerken bana kemik mikrofonunu uzatıp “Dokun ona, gerçek o!” dedi. İtaat ettim tabii. Sonra konser başladı ve biz ön tarafa koştuk, saniye kaçırmak istemiyorduk ne de olsa.
“Welcome Home” ile başladılar, bu kesinlikle süper bir seçimdi ve dansçı kız Jodi’nin titrek, aksi Grandma tiplemesi çok başarılıydı doğrusu! Birbuçuk saatin nasıl geçtiğini hiç anlamadım, sanırım herkes de benim gibi hissetti. Söylememe gerek yok, müthiş bir konserdi! Ses teknisyeninin yanından seyrettiğim şovun her anını heyecandan titreyerek izledim. Voodoo davullarının büyüleyici ritmi, engizisyon tarafından yakılan Jeanne Dibasson’un acı içindeki kıvranması kanımı dondururken bir yandan da hayatımın en mutlu anlarından birini yaşıyordum! Bu arada ses teknisyeni de övgüye layık bir arkadaştı, genel sesle uğraşmanın yanısıra POD denilen cihaz ile King’in vokallerine gerekli efektleri sağlıyor, gereken yerlerde derinlik veriyordu. İşinde kesinlikle çok başarılıydı! En son olarak “No Presents for Christmas” ezgileri eşliğinde King Noel Baba peleriniyle sahneye çıktı, grotesk bir görüntüydü - nerede o babacan, ak sakallı Noel Baba, nerede laneth (!) okuyan bakışları ve kurtadam favorileriyle King!
Konser bitmeden King otel odasına dönmüştü bile. Oradan ertesi günkü konsere kadar artık çıkmayacağını bildiğimiz için biz de davulcu Matt ile sabah buluşup Aya Sofya’ya gitmek üzere planımızı yaptıktan sonra evlerimize dönüp mutlu mesut uykuya daldık.
Cumartesi sabahı planladığımız gibi Cenk ve ben, Matt ve Jodi ile Sultanahmet’e gittik. Aynı saatlerde bir diğer ekip de roadie’lerle Andy’yi Kapalıçarşı’da gezdiriyorlardı. Belki daha sonra onlarla buluşuruz diye düşündük ama hava çok soğuk olduğundan işimiz bittiğinde otele dönmeyi tercih ettik. Matt ve Jodi son derece tatlı insanlardı, fakat özellikle Matt inanılmaz içten ve dost canlısı biriydi. Aya Sofya’yı dışarıdan seyretmekle yetindiler, zira çok fazla sıra vardı, ama Sultanahmet Camii ve Yerebatan Sarayını gezip hayran kaldılar. Matt’e göre grup üyeleri bin kere turneye çıktıkları için gezmek yerine dinlenmeyi tercih ediyorlardı, ama kendisi her gittiği yeri gezip görmek isteyen biri olduğundan otelde oturarak kesinlikle rahat edemeyeceğini söyledi. Onu gezdirdiğimiz için çok teşekkür etti ve Amerika’ya gelirsek mutlaka karşılığını vereceğini söyledi. Herşeyin resmini çektiler, sonra otele döndük.
Otel lobisinde Andy LaRoque ile karşılaştık. Elinde 3-4 torba vardı, Kapalıçarşı’dan deri giysiler almışlardı. Bu arada Çağlan ve Doğu Yücel onu kısa bir röportaj için ikna edebilir miyim diye sordular, sordum, kabul etti. Eşyalarını odasına bıraktıktan sonra geldi ve önce benim imza ve fotoğraf olayımı hallettik, sonra da röportaja başladık. Çok ilginç cevaplar aldık, iki çocuk babası bu son derece sakin, güleryüzlü ve sabırlı adam özel soruları bile içtenlikle cevapladı.
Daha sonra tur otobüsüne oturup Matt ve John ile muhabbet ettim. Sokak cocuklarını filan konuştuk, önceki gece John Taksim’de arkadaşlarıylayken bayağı rahatsız edilmiş söylediğine göre. Ben biraz durumu açıkladım, tiner olayı karşısında şoke oldular. Bu arada John’un sinirli tavırlarına bayağı alışmıştım, çünkü eleman aslında biraz da işi gereği öyleydi. Bana sabah otelde bir anda kanı kaynamış ve sarılmıştı bile! Yine de yanlış bildiği ya da fazla ciddiye aldığı konularda fikrini değiştirmek için elimden geleni yaparak bir de vatana millete hizmet ettim!
Sonra Hal Patino otobüsün arka kısmından çıkageldi ve uzun bir süre de onunla sohbet ettik. İçecek filan ikram etti, utandım almadım. Aslında koskoca Hal Patino’nun elinden çıkmış kahve de içilirdi yani. Zaten grup da kahve tüketimiyle meşhur! Çocuklarını sordum, iki oğlu bir kızı varmış. En büyüğü oniki yaşındaymış. Ailenden ayrı turnede olmak zor değil mi dedim, zor tabii dedi. Ama aynı zamanda bunun ilk kez olduğunu söyledi. Peki çocukların babalarının bir Rock Star olmasını “cool” buluyorlar mı diye sordum, yine evet dedi. Zaten hepsi de bu tür müzik dinliyorlarmış. Karısı ise ilk aşkı gibi birşeymiş, asırlardır beraberlermiş. Bu arada Cenk de gelmişti ve otobüste de foto çekmeyi ihmal etmedik. Hal, Cenk’e bir gece önce kullandığı bas tellerini de vermişti bu arada, çünkü herbirini sadece bir kez kullanırmış!
Bu arada tur otobüsünden de bahsetmek isterim sizlere. En önde karşılıklı koltuklar ve masalar, masaların üzerinde oyun kağıtları, şekerlemeler ve bilumum kahve fincanları bulunuyordu. Bu bölümde iki de TV var. Orta kısımda mutfak bölümü ve yataklar, en arkada ise yine ayrı bir bölme haline getirilmiş oturma kısmı var. Turne işinin kesinlikle zor birşey olduğuna emin oldum. Ve King’in neden otel odasını terketmediğini de ziyadesiyle anladım!
Konser zamanı yaklaşınca King henüz makyajını yapmakta olduğu için Mike ve ben ilk önce Andy LaRocque’ı minibüsle mekana götürdük. Yolda konuşurken bu gün “Help”i çalacak mısınız diye sordum, aldığım evet cevabı beni mutlu etti. Fakat bir önceki günden oldukça farklı olacağını zannettiğim setlist’te sadece 1-2 parçalık bir değişiklik olduğunu öğrenmek beni biraz şaşırttı. Herneyse, backstage’de yarım saat daha bekledikten sonra Mike ve ben tekrar minibüse atlayıp bu sefer King’i almaya gittik.
Bu sefer Mike’la beraber odasına ben de çıktım. İçeri girdiğimde tüm ihtişamı ile karşımdaydı. Mike dışında benden başka kimsenin ayak basmadığı, King’in kendine özel, kutsal mekanına girmiş olmanın heyecanı vardı üzerimde. Odasındaki iki yatağın da üzerleri eşyalarla bezeliydi, ortalık darmadağınıktı, yerde ise banyo terlikleri (!) duruyordu, nosnormal, lacivert-beyaz çizgili banyo terlikleri...Ne tuhaf, o da insanmış diye geçirdim aklımdan.
Selamlaştıktan sonra ilk söylediğim şey “Ne çok eşyan varmış!!” oldu. E herhalde olacaktı, benimki de laf yani. O ise yine saçıma şaşırdı! “Saçının rengini mi değiştirdin yine?” dedi, yoo dedim, “Ama dün minibüste mavimsi bir rengi yok muydu??” dedi, yine “Yoo, başından beri pembeydi!” dedim. “O zaman ışığa göre değişiyor, vay be, ben de habire değiştiriyorsun sanıyordum” dedi, “Buna vaktim olmazdı ki” dedim. Kalbim artık durdu duracaktı, koskoca King benimle ilgili detaylara dikkat etmişti ve bana sorular soruyordu!!!
Kendisine Cd kitapçıklarımı ve bazı özel eşyalarımı imzalatırken ona bunun hayatımın en mutlu günü olduğunu söyledim, o da güldü ve bunun çok iddialı bir söz olduğunu söyledi. Ben de ona bu anı onbir senedir beklediğimi ve asla gerçekleşebileceğini düşünmediğimi anlattım. Ayrıca onların bu kadar iyi insanlar olmalarına ne kadar şaşırdığımı da söyledim, Rock Star tavırları beklerken son derece nazik, kibar insanlarla karşılaşmış olmanın verdiği mutluluğu anlattım. King çok alçakgönüllüydü, Mike ise genel olarak insanlar onlara nasıl davranıyorlarsa onların da o şekilde karşılık verdiklerini açıkladı.
Cd kitapçığına ismimi yanlış yazmamak için tekrar adımı sorduğunda heceledim ve “Satan gibi telaffuz ediliyor” dedim, çok güldü. Yatağına oturmuş sabırlı bir biçimde evden seçerek getirdiğim kitapçıklarıma “Abigail, 9, şu, bu...” yazarken ona gülerek dedim ki “Bu kadar sigara içen bir adamda böyle ses olmaz, bu kadar makyaja da hiçbir cilt böyle pürüzsüz kalmaz, sen kesin bunların karşılığında ruhunu sattın dimi, söyle!”. Yine o kristal berraklığındaki, “HAH HAH HAH!” soundundaki gülüşüyle cevap verdi...Bu arada ondan backstage’de sefkilim Cenk’in de imza ve makyajlı foto işlerini halledeceğine dair söz almıştım bile. Ne anlayışlıydı, hiçbirşeye yeter, sıkıldım, olmaz filan demiyordu. Metal dünyasının bu en önemli kilometretaşlarından biri, ikon statüsüne ulaşmış King Diamond alçakgönüllülüğüyle de kral adına layık olduğunu kanıtlıyordu. Oysa müzik piyasasında King’in onda biri kadar bile yeteneğe, tecrübeye ve yaratıcılığa sahip olmayan tiplerin ne kadar kendini beğenmiş, kaba ve şımarık olabildiklerini hepimiz az çok biliyoruz.
Bu arada 1-2 Mercyful Fate kitapçığı getirmiştim, diğer Mercyful’ların boşanırken eski kocamda kaldığını söyledim. “Ben de evliydim!” dedi, biliyorum dedim. İkimizin de sekizer yıl evli kalmış olmasına şaşırdık, ben de hemen bunu bir işaret olarak değerlendirdim, “Bak, ne çok ortak yönümüz varmış” dedim filan ve bazı komik yorumlar yaptık, ama bunlara şimdi girmeyelim (!!). Bu sekiz yıl konusundan dolayı yaşımı merak etti, söyledim. Sonra onunkini sordum, “47 yaşındasın dimi?” dedim, “O kadar da yaşlı değilim!” dedi, ben de iki yaş indim ve bu sefer tutturdum. Bu arada Mike bir de full makyajlı fotoğrafımı çekti onunla orada, sonra toparlanıp çıktık.
Asansörde ona gayet patavatsız bir şekilde niçin boşandığını sordum, o da anlattı. Fakat bunların fazlasıyla özel olduğunu düşündüğüm için burada açıklamam yakışık almaz... Bu arada elinde havlularla otelin halkla ilişkiler müdiresi de asansöre bindi ve bir an karşısında cehennemden çıkagelmişe benzeyen King’i görünce şaşırdı, ancak artık bizi çoktan benimsemiş olduğundan hemen toparlandı ve bize konserde iyi eğlenceler diledi.
Hemen bizi dışarıda bekleyen minibüse bindik ve konser mekanına gitmeden önce King otelin önünde onu beklemiş olan bazı fanlarına Mike aracılığıyla imzalar dağıttı. Bu arada ona grubun logosundaki sembolü sorma fırsatı buldum ve ‘malum’ İncil’de bulunan bir sembol olduğunu öğrendim. “Dün giydiğim T-shirt’ü kendim yapmıştım, logoyu çizerken sana bunu sormayı aklıma koymuştum” dedim, o da T-shirt’ü çok beğendiğini söyledi. Sonra yola çıktık. Yolda bana “İngilizce öğretmeniymişsin, doğru mu?” dediğinde küçük dilimi yuttum – benim hakkımda konuşmuşlardı ve şimdi bundan yola çıkarak King – KING!!!- bana soru soruyor, ilgi gösteriyordu. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi bu! “Nasıl İngilizcen bu kadar iyi olabiliyor?” dedi, “Bilmem, özel birşey yapmadım, ama öğrenmeye Almanya’da yaşarken başlamıştım” dedim. “O zaman Almanca da biliyorsun, vay be!” dedi. King’in övgülerine layık oldum ya daha ne isterim! Görüyorsunuz, zamanında derslerine çalışmanın ne gibi faydaları varmış.
Neyse, örtmenlik damarım tuttu bir an. Konuya dönelim. Minibüste giderkene ona “Voodoo” albümünün konu bakımından Amerika’ya taşınmasıyla ilgisi var mı diye sordum, yokmuş. Veba ile ilgili araştırmalar yaparken bu konuya dalmış. Bir de ona, müzüğiyle ilgili bazı tuhaf anılarımı anlattım, özellikle de “Fatal Portrait” ile ilgili olanları. “Senin müziğin hiç tekin değil, kesinlikle eminim bundan, var bir şeyler!...” dedim gülerek. O da güldü ve “Sanırım o albümü dinlemesen daha iyi olur!” dedi.
Konserden sonra lobiye inmeyeceğini öğrendim, ama vedalaşmak için konser bitiminden yaklaşık birbuçuk saat sonra odasına gelebileceğimi söyledi, uçtum! Bu arada Sold Out’a varmıştık, ben yanımda duran elbiselerini aldım, ama o benden önce inip tam bir centilmen gibi davrandı ve onları elimden aldı. Backstage’de herkesin onunla fotoğraflarını çektim, bu arada bir de kısacık bir video çekimi yapıldı. Sonra Cenk kendi Cd’lerini imzalatmaya başladı, ta ki backstage’de ikimizden başka kimse kalmayana kadar! En son biz de koştura koştura çıktık, çıkar çıkmaz da King sahneye çıktı ve bize yine muhteşem bir görsel ve işitsel ziyafet çekti!
Başlangıçta bir ara Andy’nin gitarı duyulmadı, bu yüzden soloyu da atamadı, bir de Hal Patino basıyla ilgili bazı sorunlar yaşadı fakat bunlara rağmen yine tek kelimeyle mükemmel bir konserdi. Sound muhteşemdi, parçaları adeta CD’den dinliyor gibiydik! İkinci gün yaş sınırı olmadığından ufak yaştakilerin King’i fazlaca tanımayacaklarını sanan ben fena yanıldım, yine herkes bütün parçaları hep bir ağızdan söylüyordu çünkü! İlk güne göre daha az kişi gelmişti ama bu konserin havasını hiç bozmadı. King yine aynı edepsizlikle Grandma’yla atıştı, aynı korkuyla beyaz kurdun peşinden gitti ve onun Angel’a dönüşmesini izledi, aynı şefkatle Sarah’ı okşadı ve aynı zevkle Jeanne’ı yakılmak üzere sahneye getirdi. Tam “Abigail”in adını söylerken beni parmakla göstermesi ise beni tam kalbimden vuran bir hareket oldu. Artık ortalıkta “Abigail’im ben, ayağınızı denk alın!” diye dolaşıyorum. Allahım, millet nelere gururlanır, bir de bizim halimize bak. Ama rakınrol bu, hiçbirşeylere değişmem!!!
Setlist’te yer alan parçalar şöyle sıralanıyordu: Welcome Home, The Invisible Guests, Voodoo, Sarah’s Night, Sleepless Nights, Follow the Wolf, House of God, Black Devil, Help!!!, The Candle/Dressed in White, Eye of the Witch, Burn, Abigail, The Black Horsemen ve ekstralar The Family Ghost ve No Presents for Christmas. Daha çok eski parçalara yer verilmiş olması beni çok sevindirdi, ne de olsa eskileri canlı olarak dinleme şansına ilk kez kavuşuyorduk. Yeni parçaların sadece Voodoo ve özellikle de House of God albümlerinden seçilmiş olması biraz şaşırtıcıydı, zira her albümden en az bir şarkı olmasını beklerdim, ama bence yine de isabetli bir seçim yapmışlardı ve sanırım bütün fanlar da memnun kalmıştı. Konser yine iki kez bis yapıldıktan sonra bitti, elemanlar pena filan dağıtırken bir iki fanın sahneye atlaması bir miktar heyecan yarattıysa da neyse ki kimseye birşey olmadı ve bu iki konser asla silinmemek üzere orada bulunan herkesin belleklerine mutlu birer anı olarak kazındı.
Otele dönüp herkesin hazırlıklarını bitirmesini bekledik. Roadie’ler Sold Out’un önüne parketmiş koca TIR’ı doldururken grup elemanları da odalarında hazırlanıyorlardı. Ben ise zamanı gelince Mike ile birlikte King’in odasına çıktım, hem son olarak kendi yapımım olan tişörtü ve yeni aldığım posteri imzalatacak, hem de veda edecektim.
Bu sefer dağınıklıktan eser kalmamıştı, King bütün çantalarını toplamış, odayı havalandırmış, duş alıp makyajını çıkartmıştı. Selamlaşma faslından sonra ona posterimi imzalatırken acaba hiç onu şapkasız görme şansımız olabilir mi diye sordum, olamazmış, zira bu onun özelliğiymiş (“trademark”). İyi madem diyip tişörtümü çantamdan çıkarıp üzerime giydim ve sırtımı imzalattım (söylemesi ayıp süper oldu). “Herkes görebilsin diye şimdi saçımı kesmem gerekecek!” dedim, “Sakın yapma öyle birşey!” dedi. “Toplayabilirsin mesela” deyince ben de “Asla toplu durmuyor, bu da benim trademark’ım!” dedim, güldük.
Bir şekilde konu sigaraya geldi yine, sigaranın tadını ne kadar çok sevdiğini, onu ne kadar rahatlattığını anlattı. Buna karşın asla uyuşturucuya bulaşmadığını söyledi. “Fakat iki kere denediğini okumuştum” dedim, evet dedi, denemiş ama ilkinde kendi sesinden korkmuş, ikincisinde de sadece sızmış, bir daha da denememiş. Ben de rahatlamak için kendimi çikolataya adadığımı söyledim, özellikle de boşandıktan sonra. “Haha, çok tehlikeli!” diye güldü, fakat buradan yine boşanma konusu açılınca on saat “Sende de şöyle oldu mu, şöyle hissediyorsun dimi, şunu şunu düşündün dimi, aa evet ya ben de aynısını hissettim, ben de böyle düşündüm” filan diye duygu, düşünce ve deneyimlerimizi paylaştık. Burada inanılmaz olan şey, bu konuda beni bugüne kadar kendi çevremden kimsenin tam olarak anlamamasına rağmen King’in yüzde yüz anlamasıydı ve daha ben söyleyemeden kelimeleri benden önce telaffuz etmesiydi. O kadar rahatlatıcıydı ki!
Son bir fotoğraf çektirdikten sonra veda zamanı geldi, zira lobide durmayıp hemen otobüse bindirilecekti. Birbirimize sarıldık, o kadar sıkı sarıldı ki bir an nefes alamadım, sonra da onu Türk usulü iki yanağından öpüp bıraktım. Karşılıklı “kendine iyi bak” dilekleriyle ayrıldık ve ben Mike’la lobiye indim. Aşağıda bütün grup ve ekip ile vedalaştık ve Matt ile bağlantıda kalmak üzere birbirimize söz verdik, çünkü nefis arkadaş olduk bu iki gün boyunca. Bu arada Mike Wead Cenk’e gelecek sene Mercyful Fate ile gelmek isteyeceklerini söylemiş, bana da ekipten bir eleman seneye Abigail 2 turnesi kapsamında yine gelmek istediklerini söyledi. Bu sözler mutluluğuma mutluluk kattı ve ayrılık acılarımı biraz da olsa hafifletti.
Artık sadece King kalmıştı otobüse binmemiş olan. Derken o da korumalarıyla asnsörden indi, kısa bir durum değerlendirmesinden sonra da kapıya doğru yöneldi. Yanımdan geçerken son kez “Take care” dedi ve hemen otobüse bindirildi. Otelin dışında beklemiş olan birkaç fan ile beraber otobüs kalkana kadar bekledik, el salladık filan, sonra da gözden kayboldular. O gece kendimize gelmek üzere içmeye gittik, ama aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen ben halen kendime gelmiş filan değilim. Bir daha da düzelir miyim bilmem! (Zaten gittiklerinden beri Onur Özdamar’ın nefis King Diamond/Mercyful Fate internet sitesi “Turkish Coven”dan çıkmaz oldum. Bütün fanlara tavsiye ederim, ben bir internet tembeli olduğumdan daha önce bu sayfadan haberdar değildim, ama şimdi üyeyim ve aynı zevkleri paylaşan insanlarla aynı çatı altında buluşmaktan kıvanç duyuyorum sayın seyirciler). Onunla tanışmak, konuşmak, ona en çok yakınlaşan kişi olabilmek bana göre ulaşılabilecek en üst noktaydı ve buna ulaştım! Mutluyum ben, dokunmayın bana.
Seyda “Abigail” Babaoğlu (ex-Peker)
Son olarak bir espri: Matt gruba girdiği zaman gruptan biri hapşırınca ne diyeceğini şaşırmış. İngilizce’de “Çok yaşa” demek yerine “Tanrı seni kutsanın” anlamına gelen “Bless you” kullanılır ya, Matt bunu grubun inançlarına pek uygun bulmamış, acaba “Damn you!” (“Allah belanı versin!”) mi demem gerekir diye düşünmüş...:P
Yorumlar
Yorum Gönder