My Dying Bride röportajı 2006
Deli Kasap için yapıldı:
Ekim 2006
My Dying Bride İstanbul’daydı…
(Eveeet, maceraya var mısınız? Dil altı haplarınızı, tansiyon ve elektroşok aletlerinizi hazır edin ve skandal uzunluktaki yazıya buyrun! Sanırım kendi rekorumu kırdım!)
Onbir sene olmuş! ON-BİR!!!
Dile kolay…Tam onbir sene önce, 1995 yılında, İngiltere’deki Bradford Rio kulübünde My Dying Bride’ı ilk kez izleyecek olmanın tarifsiz heyecanını yaşıyordum. Karanlık ve kasvetli bu şehre yakışır, kurşuni gri bir gündü…ama benim içimdeki mutluluk ve heyecan tüm kasveti dağıtıyordu. Ne kadar ironik değil mi, MDB gibi saf acıdan mamül bir grubun mutluluk vermesi?
Ama Aaron ve o dönemki tayfasını izlerken hissettiklerim bundan başka bir şey değildi. Taş çatlasa yüz kişi ile birlikte (ki sahne önünde en fazla elli kişi falan vardı) taparcasına sevdiğim grubu izlerken Aaron’un - albümlerinden içime çoktan işlenmiş olan - sesi ve teatral hareketleri beni kendimden geçirmişti. Unutulmaz bir anı olacağı daha başından belliydi o günün. Biliyordum ki Türkiye’de MDB izlemek bir hayal olacaktı – en azından çoook uzun bir süre için. O yüzden konserin her anının tadını sonuna kadar çıkarmış, Aaron’la beraber acı çekmiş, Calvin’in 12 dakika boyunca aynı riff’i çalmasını tam dibinde durarak hayretle izlemiş, son parça olan The Forever People’da da pogoya girmiş ve olayı tam anlamıyla kan ter içinde bitirmiştim.
Konserden sonra mekanda içmekte olan elemanların yanına çekingen bir şekilde yaklaşmış ve Türkiye’den geldiğimizi söylemiş, imza almış ve çok sıcak karşılanınca biraz da muhabbet etmiştik. Aaron ise bir köşede içiyor ve bir kızla konuşuyordu o sırada. Fazla rahatsız etmek istememiştik, sadece ona gidip konserin süper olduğunu ve Türkiye’den geldiğimiz söylemiştik. “Oha çok uzak!” gibi bir şeyler söylemişti. Sonra o dönem evli olduğum insanın fotoğrafını çekmiştim onunla, bense daha fazla rahatsız etmemek için ne foto ne imza almıştım. Önemli de değildi, onları izlemiş ve hatta konuşmuştuk ya yeterdi…
İşte onbir yıl sonra yeniden buluşmak ve bu sefer bol bol konuşmak nasip oldu. Kadro değişiklikleri olmuştu elbette, ama Aaron hala Aaron’du ve ona sorulacak çok şey vardı. Umarım biraz söyleşebiliriz düşüncesiyle konser öncesi günü Dorock bar’a gelişlerini izledim. İşte oydu! Onu ilk kez yakından görenler “Hayvan gibi herifmiş lan!” diye şaşırırken ben sanki eski bir dostummuş gibi “Tabi olm ne sandın!” diye saçma sapan pay çıkarttım kendime. :)
Rock barlarımıza çok grup geldi gitti bugüne kadar ama MDB kadar ilgi göreni az olmuştur herhalde. İmza alanlar, foto çekenler bitmek bilmiyordu, ben de beklemekten sıkılıp daldım olaya. Andy’nin yanına gittim ilk olarak ve kendimi tanıttıktan sonra eski resimlerimizi çıkartıp gösterdim. Hemen muhabbete girmiş olduk böylece, ve biraz sonra röportaj için tur menejerleri olan süper tatlı Debora ile olayı bağlamıştık bile. Rahat bir nefes aldım ve sonra eksik kalmış işlerimi halletme olayına girdim – yani Aaron ile bir fotoğraf çekilmek ve imza almak meselesi! Hah dedim sonunda o da olunca ve böylece “arşiv” tamamlanınca.
Sonra adamları rahat bıraktık, zaten de Solid çalacaktı ve ben Metehan’ın yanına, sahnenin oraya gittim. İlerleyen saatlerde baktım ki Andy de sahne önlerine gelmiş. Kendisine kadeh kaldırdım, o da karşılık verdi, uzunca da bir süre önde kaldı yanında göremediğim başka elemanlarla birlikte. Solid kendilerini selamladı ve onların onuruna hatırladığım kadarıyla Countess Bathory çaldı.
Daha sonra hep birlikte Dorock’un önünde dışarıda oturuyorduk - bir masada bizim tayfa, bir yan masada Ade falan, öteki yan masada Aaron ve kız arkadaşı, onların yanında grubun geri kalanı ve crew vs, çok hoş bir ılıman iklim meets İngiliz doomdeath ortamdı. Aaron ve Adil’imizin (Akbay) resmini çektik ve pes dedik benzerliğe. Aaron’un adı Harun kaldı, o derece Türk ve Adil’in abisi görünüyordu o fotoda! Bu ve benzeri hoşluklarla gece ilerledi, grup yatmaya gitti, baybay denildi ve Solid ile geceye devam edildi, ta ki ertesi gün gelene kadar…
Evet, konser günü gelmişti. Yedi Ekim. Sonunda! Röportaj saatini Debora ile belirlemiştik, kiminle yapmak istediğimi sorunca de elbette Aaron cevabını almıştı. Ne yazık ki ben yoldayken mesaj geldi tekrar: “Röportajı Hamish yapacak, umarım sorun olmaz. Aaron çok yorgunmuş.” Ühü dedim, ama sorular Aaron içindi dedim, sonra da napalm, uyarlarız artık, peki dedim.Ve mekana vardım.
Tolga kardeşimiz sağolsun gayet yardımcı oldu, içeri girdik ve ben ilk önce Debora’yı buldum. O arada Aaron’dan şov sonrası için de kısa bir muhabbet sözü kopardım kaşla göz arası. Biraz rahatlamış olarak da Hamish’le beraber gittim Venue’nun (neydi yeni adı yaw?) dışında, arkada kalan kısımdaki merdivenlere oturdum ve sohbete başladık.
Dünya şekeri, yumuk yumuk bir şey olan bu Hamish Glencross kişisinin (yalnız isimdeki karizmaya bakın, al da bunu Braveheart’ın ortasına atma!) Megadeth’in de burada çaldığını duyunca gözleri parladı – hastası fena halde kendilerinin!
Efenim buyurun, yaklaşık yarım saatlik röpörtacımız aşşaada (bu arada kendisinin sonu gelmeyen cümlelerini de aslına sadık kalarak aktarmaya çalışacağım).
Hamish, klasik bir giriş yapalım. Türkiye’ye ilk gelişiniz – peki neler bekliyordunuz ve özellikle konserle ilgili beklentileriniz?
Türkiye’ye geleceğimiz için gerçekten seviniyorduk. Zamanımızda internet sayesinde fanlarımızla çok daha doğrudan bir iletişimimiz oluyor ve çok daha kolay bir şekilde insanların görüş ve beklentileri hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. Yani online olup çok heyecanlı birçok insanın bizi beklediğini görebiliyorduk.
Web sitenizin forumundan mı takip ediyordunuz?
Evet, bazen bakarız oraya ve bize nasıl bir şov ve deneyim yaşayacağımız konusunda bir fikir verir bu genelde. Dolayısıyla çok yüksek beklentilerle geldik – fanların beklentileri nasıl yüksekse bizimkiler de öyle! Harika bir şov gerçekleştirmeyi umuyoruz, bu yüzden uzun zamandır ilk kez bu kadar uzun bir playlist hazırladık…
Umarım bu setlist tüm diskografiyi kapsıyordur?
Dört yıldan beri ilk kez olmak üzere bu gece her albümden en az bir şarkı çalacağız – EP’ler hariç. Ama As the Flower Withers’dan A Line of Deathless Kings’e kadar her şey var.
Harika, heyecanla bekliyoruz!... A Line of Deathless Kings’le ilgili bir soru soracağım – albüm adını ilk duyduğumda aklıma Macbeth geldi bir an. Merak ediyorum, gerçekte ne anlama geliyor bu isim?
Bu isim eski Mısırlı firavunların bize ilham vermesinden kaynaklanıyor. Şarkı sözlerini etkilediğinden falan değil, sadece ben, Aaron ve Sarah bu konuyla çok ilgiliyiz. Bu ölümsüz krallar aslında ölümsüz firavunlar ve dolayısıyla ölümsüzlük kavramının bir ifadesi. Biz grup olarak Egyptology ile çok ilgili değiliz tabii örneğin Nile gibi hahaha…
…hahaha, ama harikalar yaw, sever misin onları?
…tabiiki, Dallas da süper bir heriftir aynı zamanda…neyse, biz özellikle o ölümsüzlük açısını sevdik, ve müzik de o açıya sahip…Gün boyunca ne yaparsak yapalım, ne düşünürsek düşünelim, bu gruba ve her albümümüze o kadar çok emek harcıyoruz ki - çünkü ticari bir grup değiliz, en yüksek satış rakamlarının peşinde koşmuyoruz…bizim için önemli olan kendimizin beğeneceği şeyler yapmak, çünkü biliyoruz ki yıllar sonra grup dağıldığında veya her şey değiştiğinde bunu yapmış olduğumuzu – ve birlikte yapmış olduğumuzu - bilmek önemli bizim için, ve bu albümler bizim müzik aracılığıyla ölümsüzlüğümüz İşte bu açıdan bize çok uygun bir isim gibi geldi, özellikle grup artık 16 yıldır varolduğu için. Grup elemanları geldi gitti ama “iş” devam ediyor ve hala yaptıklarımızı çok seven insanlar var. Bunun için çok müteşekkiriz. Bizim kadar yaptığı işe enerji harcamak ve sonra insanların bundan faklı biçimlerde birşeyler çıkardığını görmek olağanüstü.
Son albümü burada henüz edinemedik, daha gelmedi, dolayısıyla dinleyebilmek için download etmemiz gerekti…
(Hafif çatık kaşlarla sırıtarak) Hmmm yeah…hahaha…
…ama ben, die-hard bir fan olarak her albümünüze, ayrıca The Stories box set’inize vs. vs. sahibim ve son albümün orijinalini bulabildiğim an alacağım elbette. Maalesef şu anda ne artwork, ne de lirikler hakkında bir şey soramıyorum bu sebepten dolayı, ama internetten indirme meselesini sorabilirim sana. Birçok insan bu günlerde artık bir kez indirip dinlediği bir albümün gidip bir de orijinaline para harcamıyor. MDB’ın mp3 ve albüm indirme olaylarına bakışı nedir?
Grup içinde bile bu konuda çok farklı görüşler var. Ne mutlu bize ki MDB fanları genellikle çok sıkı fanlar ve download ediyorlarsa sebebi yayınlanmadan önce dinlemek içindir, sonra gidip zaten alacaklardır. Bunu anlayabiliyor ve saygı duyuyoruz…
…henüz doğmamış bebeğinin cinsiyetini öğrenmeyi istemek gibi bir şey bu bence.
Evet, kesinlikle, bu çok iyi bir benzetme! Birçok die-hard fanımızın bu şekilde düşündüğünü anlayabiliriz. Download meselesinin gruplara zarar vermediğini söyleyemeyiz elbette, çünkü birçok gruba gerçekten zararı dokundu. Aslında bu şu anki durumun gerçekliği. Bir yandan, seni başka türlü hiçbir zaman dinlemeyecek olan insanlar dinliyor ve merak ediyor. Evet, tanımadığın ve emin olmadığın birinin albümünü almak gerçekten pahalı bir şey, ama internetten bir-iki şarkısını indirip beğendikleri birinin geri kalan işlerini merak edip yine gidip albümü alabiliyor insanlar bu sayede. Yani bir ölçüde fan sayını bu sayede arttırabilirsin bile. Ama bazı yüzeysel dinleyiciler download edip hiçbir zaman albümü almıyorlar ve bu çok acı bir şey çünkü bir albüm çıkarmak çok pahalı bir iş. Onbinlerce İngiliz Pound’una mal oluyor ve bir plak şirketi için çok büyük bir yatırım. Albüm satışları olmadan MDB albümleri de olamaz. Sanırım şu sıralar bilgi çağının iyi ve kötü taraflarını öğreniyoruz ve tam ortasında biryerlerdeyiz.
Yani senin hiç albüm indirmediğini söyleyebiliriz.
Kesinlikle. Asla yapmadım. Ben gidip satın alıyorum ısrarla. Birkaç sene önce Candlemass’tan Messiah Marcolin ile konuşuyorduk – beraber çalıyorduk, ki çok büyük fanlarıyızdır ve bu bizi çok mutlu etmişti, çok şanslıydık – ve bize çok büyük bir MDB fanı olduğunu söylemişti. Biz de “Bu harika!” demiştik, “ama herhalde bu işin içinde biri olarak albümleri bedava alıyorsundur değil mi?” diye sormuştuk. “Kesinlikle hayır” demişti, “dinlemek istediğim her albümü satın alırım ben!” Piyasayı desteklemek için, çünkü nasıl olduğunu biliyordu! Ve bu bende iz bıraktı. O yüzden ben de sevdiğim her grubun albümünü satın alırım. Bazen bize promo CD verirler, eğer seversem gidip diğer albümlerini mutlaka alırım. Geçen ay yine Celtic Frost falan aldım.
Peki hiç tanımadığın grupların albümlerini alıyor musun, denemek için?
Hmmm, zaman zaman…Tam olarak böyle bir şeyi en son ne zaman yaptığımı hatırlamıyorum. Ama birinin tavsiyesi üzerine veya bazen sırf çekici bir paketlemeye sahip olduğu için, artwork’ü güzel olduğu için alabilirim. Her zaman bir nedeni vardır. Ama evet, haklarında hiçbirşey bilmeden bir grubun albümünü alabiliyorum. En son bunu Pelican için yapmıştım. Harikalar, haklarında çok iyi şeyler duymuştum...
Maalesef tanımıyorum henüz.
Oh, onlar post-hardcore-instrumental-doomster-progressive ya da öyle birşeyler hahaha…
Hahaha…
…ve bu bana ilginç gelmişti, gidip aldım ve harika olduklarını düşünüyorum. Bu şekilde yeni bir grubu keşfetmek çok güzel, çünkü evet, biz bir grupta çalan müzisyenleriz ama hey, aslında biz her şeyden önce sevdiğimiz müziğin çok tutkulu fanlarıyız! Bu yüzden yeni ve heyecan verici bir grubu keşfetmek ilk kez klasikleri keşfettiğimiz zamanlardaki heyecanı anımsatıyor.
Şu ölümsüzlük fikrine geri dönelim biraz. MDB gerçekten ölümsüz görünüyor, 16 yıldır ortalıkta olmanız bir yana, gruba olan ilgi azalacağa benzemiyor. Fanlarınıza karşı sadık olan bir grupsunuz aynı zamanda, onların beklentilerine karşılık veriyorsunuz daima, büyük değişiklikler yapmadan (%34,788…denemesi hariç). Plak şirketinize de sadıksınız. Fanlarınızı her zaman heyecanlı ve ilgili tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Bunun gizli tarifi nedir? Ve sizin heyecanınız hiç sönmüyor mu?
İşte anahtar sözcük bu! Biz albüm yaparken hiçbir zaman “fanlar şunu bekliyor” diye yapmıyoruz, biz belli bir albümü istediğimiz için o türde bir albüm yapıyoruz. %34 albümü grubun o ana kadarki gelişiminin ulaştığı noktaydı. MDB her zaman deneysellikten yanaydı ama o albümle ilk çıkış noktasından çok farklı bir yere gelinmişti. O albümde harika materyaller olduğunu düşünüyorum. The Whore, The Cook and the Mother’ı bütün bu yıl boyunca çaldık ve şu anki set’imizin içinde çok mantıklı görünüyor. Yani her zaman MDB’dı…ama biraz alternatif bir açıdan. Ama bu albümden sonra grup tekrar köklere ve ilk çıkış noktasına dönmek istedi. Ve sonra her albümle gelişmeye ve yeni öğeler katmaya devam ettik, ama elektronik olmak ya da benzeri şeyler kadar açıkça şiddetli değişiklikler değillerdi. Ama yeni albüm müzikal açıdan çok katmanlı, çok şeyler oluyor, o kadar çok kontrast var ki, her zamankinden daha fazla…çok doom-sledgehammer riff’ler var, aynı zamanda çok katmanlı çekirdek bölümler var, gitarlarla ilgili daha fazla şey var…Aaron’un sesi ise kariyerinin en iyisi, clear vokalleri gerçekten bambaşka…Eskiden kendine şarkıcıdan çok vokalist tanımlamasını yakıştırırdı, şimdi bu albümle artık gerçek bir şarkıcı o. Yani yaptıklarımızı yapmaya devam etmemizin bir anahtarı, bir sırrı varsa o da kişisel ve sanatsal olarak daha yapacak çok şeyimizin olduğunu düşünmemizdir, her yeni albümle birlikte. Ve bizim için çok heyecan verici. Ben ve Andy’nin gruba sunacağı ilk riff demo’larından başlayarak her seferinde nasıl şekil aldığını ve geliştiğini görmek…The Dreadful Hours, stüdyodaki bir grubun sound’uydu, yani bir bütünden oluşan grubun, şarkıları birlikte, adeta kamçılar gibi, icra etmesiydi. Sonra, Songs of Darkness’da, ben ve Andrew gruptan ayrı olarak yazdık parçaları, çünkü Shaun yaralıydı ve fazlaca çalışamıyordu, bu da biraz karanlık ve ambient bir hava kattı. Şimdi de son albümde yine, Shaun da artık bizimle davul çalmadığından, ve John Bennett harikalar yaratırken, heyecan yine doruktaydı ve kendimizi yine farklı yönlere kayarken bulduk…çok heyecanlı bir süreç, ve biz bunu çok seviyoruz!
Shaun’a ne oldu tam olarak?
Aslında birkaç yaralanma geçirdi. Songs of Darkness’i yazarken kollarında tendonitis vardı, bu da bizimle pek çalışamayacağı anlamına geliyordu ve bizim için garip bir durumdu. Albümü bitirdik ve promosyon amaçlı birkaç konser verdik ama istediğimiz sayıda olamadı bu. Ve bu şovlardan sonra ayak bileğini incitti. Biz de ona döndük ve dedik ki: “Grupla devam etmeni istiyoruz ama şu anda bunu yapamayacaksın ve biz sağlam bir davulcuyla devam etmek zorundayız.” İşte burada John Bennett girdi devreye ve 2005’in tüm şovlarında bizimleydi.
Gruba iyi uyum sağladı mı?
Hem de çok, kişisel bazda da, yaratıcılık açısından da.
Önceden birinizin arkadaşı mıydı?
Evet, The Prophecy adlı bir grupta çalıyordu – Halifax’tan, yani bazılarımızın oturduğu yerden - bir death-doom grubu. Arkadaşımızdı ve Shaun’un yerine bakmaktan çok mutluydu. Çok iyi bir iş ilişkimiz oldu, ve bu Shaun yeni albüm için geri dönmek konusunda hazır olmadığında da devam etti. John’la devam ettik böylece. Aslında gruba tam olarak girmedi…
Yani kalıcı olup olmadığını söyleyemeyiz henüz?
Hayır söyleyemeyiz…şu an session davulcu olmaktan çok mutlu ve ondan istediğimiz her şeyi yerine getiriyor, böylece Shaun da geride kalmaya karar verdi…
İyileştiğinde dönme ihtimali nedir?
Zaman gösterecek, şu an o kadar ileriyi göremeyiz. Ama şu an için John yeni albüm turnesi için çok hevesli çünkü bunun için çok çalıştı. Shaun resmi olarak gruptan ayrıldı ama gelecekte nelerin olacağını kim bilebilir ki?
Senin Calvin’in yerine geçtiğin dönem bir hayli geride kaldı ama o dönem senin için nasıldı? Gruba uyum sağlama sürecini anlatsana biraz.
Ben Andy’yi tanıyordum, ve Shaun’u da tabiiki. Ben ve Shaun birkaç grupta beraber çalmıştık daha önce – sorma, hiç anlatmayayım, yerli bir takım gruplar işte hahaha…İşte, bir gitariste ihtiyaçları olduğunda The Light at the End of the World turnesi için, beni aradılar, ben de çok heveslendim çünkü o zamanki grubumda hiç mutlu değildim. Böylece denemelere gittim, set’i acele bir şekilde öğrendim ve baktım ki turne için çalışmalara başlamışız. Ama çalacağımız setlist’in üzerinden geçmiştik ve böylece yeni materyaller yazmaya başladık. Benim bu adamlarla çalmaya başlamamdan birkaç ay sonra A Cruel Taste of Winter’i yazmıştık. Bu da daha ilk şovumuzu bile birlikte çalmadan önceydi! O açıdan biliyordum ki evet, bu iş yürüyecek! Grubun ne yöne gitmesi gerektiği konusunda çok benzer bir bakış açımız vardı, dolayısıyla tam oturdu diyebilirim.
Daha önceden fanları mıydın?
Evet, yaptıklarına inanılmaz saygı duyuyordum, özellikle aynı piyasada savaş veren başka gruplarda bulunmuşluğumdan dolayı. Bana Towards the Sinister’in bir kopyası verilmişti ilk olarak, o zamanki kız arkadaşım tarafından, çok uzun yıllar önce…ona da başkası tarafından verilmişti – kendisi daha çok klasik rock dinlerdi – işte o bana “bak bu gerçekten cool” diye verdi. Ben de ilk kez Cry of Mankind’ı dinlediğimde “Shit, bu çok özel!” diye düşünmüştüm. Sonuç olarak had safhada saygım vardı onlara. Dolayısıyla beni aradıklarında bunun gerçekten uzun vadeli bir şey olabileceğini düşünmüştüm. Ve işte birbirimize alıştık ve gayet iyi gitti her şey. Andrew ve benim müzik bestelerken farklı yaklaşımlardan geliyor olmamızın iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben klasik eğitim almış bir müzik background’undan geliyorum, müzik teorisi falan çok ağır basar bende, öte yandan Andy hissiyatıyla ve kulağına hoş gelen şeylerden yola çıkar, bu yüzden de benim pek aklıma gelmeyecek kural yıkıcı şeylerle karşıma gelir…ben de biraz daha doku ve masif katmanlar sağlarım, biraz farklı gitarlarla yaklaşırım, ve ikisi bir arada çok iyi sonuçlar verir.
Sana bakınca çok mutlu bir insan görüyorum. Bu kasvetli karanlık müziği çalmanın senin üzerindeki etkisi nedir? Bir çeşit katharsis mi yaşıyorsun bu sayede?
Kesinlikle budur! Ve buna sahip olmamız harika bir şey! Türkiye’ye gelmeden önce, yani Perşembe, bir cenazedeydim…bir arkadaşım için…ve bu korkunç bir şey.
Başın sağolsun…
Çok teşekkürler…ama biz çok ayrıcalıklı bir pozisyondayız, müzik sayesinde birçok duygumuzla, öfke, hayal kırıklığı, üzüntü ve korkuyla yüzleşebiliyor ve başa çıkabiliyoruz, başka insanlar nasıl dövüş sanatlarına falan yöneliyorsa…herkesin hayatında bir rahatlama yöntemine ihtiyacı var, bu da bizim yaptığımız ve sahip olduğumuz şey. Sahneye yansıttığımız her şey yüzde yüz gerçek. Hepimiz kendi duygularımızdan yola çıkıyoruz, ama sonuçta toplu olarak çok yoğun bir duygusal patlama yansıtıyoruz sahnede. Şarkılar tamamen negatif de değil zaten, aşk ve umut şarkıları da var, ki bunlar olması gereken çok güçlü açılar…
Gerçi bunları bulmak için bayağı aramak gerekiyor hahaha…
…ahaha, evet ama As the Flower Withers’da bile – ki çok katı, acımasız, soğuk, sert death-doom bir albüm – Sear Me aslında özünde bir aşk şarkısı. Yani biz herhangi bir yer ve zamanda tek bir duyguda yoğunlaşmaktansa daha fazla derinlik olduğuna inanmayı sevmişizdir. Ben bir şarkının yer yer belirsizlik taşımasını severim…yani her şeyin çok ümitsiz göründüğü bir şarkıda bile, en dip nokta bu mudur, bakılabilecek tek açı yukarısı mıdır diye düşünürüm. Aslında grup içinde bile aynı şarkıyı farklı şekillerde yorumlarız biz.
Bu zaten bizim de grubu bu kadar sevmemizin başlıca nedenlerinden olsa gerek…Peki, bambaşka bir soru: sırf zevk için, örneğin bir haftasonu boyunca herhangi bir grupla çalma şansın olsaydı kimle çalmak isterdin?
Bu çok zor bir soru! Hmmm…Aslında, uzun zamandır hayalim olan bir şey, MDB ve Tori Amos’u bir projede birleştirmek. Ama özellikle Under the Pink ve Boys for Pele albümlerini yapan Tori Amos ile! Bells for her ya da …neydi o şarkı…
Pek Tori Amos fanı sayılmam…
Ya aslında çok duygusal ve zaman zaman depresif olabilen bir müzikal kaliteye sahip. Sadece sesi ve piyanosuyla çok “heavy” olabiliyor…
Maalesef sadece birkaç klibinden biliyorum yaptıklarını…
…ki onlar da benim bahsettiğim dönemi pek yansıtmıyor. Son birkaç albümdür herhalde farklı bir hayat dönemine girdi - sanırım ilham perisi eskiden olduğu kadar üzgün değil hahaha…neyse - sanırım bu birleşme çok enteresan sonuçlar doğurabilir…mesela onun birkaç eski parçasını MDB stili çalabiliriz, o da tersini yapabilir mesela, bu çok ilginç olur.
Kesinlikle.
Benim kişisel olarak başka bir grupla çalmam ise…offf bilmem…
Slayer?
Tanrım, çok severim Slayer’i! Ama o eski tayfadan en sevdiklerim kesinlikle Megadeth! Mustaine inanılmaz etkilemiştir beni. İnanılmaz bir gitarist. Risk albümünün yapılmış olduğunu yok sayarsak tabii hahaha!...
Hahaha - bu da onun deneysel dönemiydi herhalde diyip geçelim bari. Senin üzerinde etkisi olmuş veya olan başka kimleri sayabilirsin?
Çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor bu, ve hemen akla gelebilecek şeyler de değil illa ki. Eski grup Free örneğin, ve gitaristleri Paul Kossoff. İnanılmaz bir gitaristti, çok duygulu ve hüzün doluydu ve bunu çok ustaca yansıtırdı müziğine. Bence çok özel biriydi. Aynı şekilde Dinosaur Jr’dan J Mascis. Daha önce bahsettiğimiz “saf ümitsizlik mi yoksa içinde ümit de barındırıyor mu” sorusunun ince çizgisi arasında çok başarılı şekilde köprü kurardı. Yaptıkları işlerin çok derin olmasını ve üzerinde çok zaman harcanabilmesini çok seviyorum. Anlık bir şey değil. Bazen anlık müzikler de harikadır elbette – Slayer’i hayatım boyunca çok sevmişimdir, müthişler, ama biliyorsun, ezer geçer, işlerini bitirir ve çeker giderler. Bazı ruh halleri için bu harikadır, ama bazen bir albüm veya sanatçıyla daha fazla zaman geçirmek istersin, işte o zaman bu derinliğe sahip sanatçıları tercih ederim. Tek bir tarzdan fazlaca etkilenecek olursan bu etkiyi kendi müziğine fazlaca yansıtma riski olurdu.
Şu sıralar ne dinliyorsun peki?
Hmmm, arabamda neler var?...Yeni Celtic Frost albümü elbette, mükemmel!
Herkese sorduğum bir soru var, o yüzden sana da sormalıyım: King Diamond sever misin? :)
King Diamond’u, Mercyful Fate’i severim. Her zaman gruplarında çok iyi müzisyenler olmuştur ve ben iyi müzisyenliğe bayılırım. Başka müzisyenler konusunda daha fanatiğimdir ama belli bir performans konusunda belli insanları kimse geçemez hahaha!
Müzik dışındaki işinin ne olduğunu paylaşır mısın bizimle?
Aslında bunu mümkün olduğunca kendimize saklamaya çalışıyoruz. Elbette müziğin dışında geçimimizi sağlayan işlerimiz var, çünkü daha önce de söylediğim gibi müziğimizin tutarlılığı, ticari yönünden daha önemli. Sadece yüksek satışlar elde etmek amacıyla bir albüm yaparsan asla tam olarak mutlu olamazsın, kendi istediğin albümü yapmakla kıyaslanamaz bu.
Türk gruplardan tanıdığın var mı?
Let it Flow’u dinlemek için sabırsızlanıyoruz. Onun dışında maalesef hiçbir Türk grubundan haberim yok, ama dinlemeyi çok isterim çünkü müzik hakkında çok tutkulular.
Sana yollarız bazı örnekler. Şehri gezme şansı buldunuz ama bugün, değil mi?
Evet, turist programını uygulama şansımız oldu, Sultanahmet, Kapalıçarşı falan. Burada vakit geçirebilmiş olmak ve gezmek harika, ama esas heyecanla beklediğim şey şovun kendisi tabiiki!
Mükemmel geçeceğinden eminim! Çok teşekkürler bu röportaj için!
Sana da teşekkürler ve iyi eğlenceler!
İşte yarım saat konuştuktan sonra Hamish’i pizzasıyla baş başa bıraktım ve salona döndüm. Klasik konser öncesi geyikleri ile Let it Flow’un başlamasını bekledik. Sahne aldıklarında baktık ki MDB tayfası da önümüze gelmiş grubu izliyor – tabii milletle foto çektirmekten ne kadar izleyebildilerse! :)
Ve nihayet, sonunda, My Dying Bride’ı yeniden kanlı canlı karşımdaki sahnede görme anı geldi. Konseri nasıl anlatabilirim ki? Muhteşemdi, ama ah, çok kısaydı – özlem gidermeye yetmedi, bazı beklediğim şarkılar çalınmadı…ama olsun, ne fark eder, izlediğim şey beni aldı götürdü nerelere…Neyse, konumuz bu değil, ben hemen playlist’i ekleyeyim şuraya hazır yazı çığrından çıkmışken:
(Hamish’in yazmış olduğu playlist’i kendi yazdığı gibi aynen kopyalıyorum):
The Whore
Like Gods
My Hope
Blue Lotus
Deeper Down
For You
Cry of Mankind
Catherine Blake
I Cannot Be Loved
She is the Dark
Dreadful Hours
……………………
To Remain Tombless
Turn Loose
Forever People
Konser sonrası hala The Forever People’ın vermiş olduğu hazzı yaşarken Aaron’la da biraz konuşabilmek için grubun biraz dinlenmesini bekliyordum. Fakat bir şey daha vardı istediğim: yıllar önce, Anathema buraya ilk geldiğinde MDB’a yazdıkları mesajı vermek! Olay şöyle gerçekleşmişti: Anathema’nın rehberiydim ve o dönemler MDB ile aralarının iyi olmadığı yazılır dururdu yabancı dergilerde. Ben de bunun doğru olup olmadığını sormuştum beraber yemek yediğimiz bir anda. Vincent, Rock House’un bir peçetesini alıp “Bu yazacağım mesajı onlara buraya gelirlerse ver lütfen” demişti ve şöyle yazmıştı: “Dear MDB – get fucked from us”.
Yıllarca sakladığım bu mesajı artık iletebilecektim, elçi seçmişlerdi beni ne de olsa! Ama ya araları iyiydiyse ve ben tekrar bozacaktıysam? Debora’ya fikrini sordum, o da açtı ağzını yumdu gözünü Anathema elemanları konusunda, ama MDB’ın buna kızacağını hiç sanmadığını söyledi. Andy’yi çağırdı bunun üzerine. Böyle böyle diye anlattım ve ona mesajın yazılı olduğu peçeteyi verdim. Acaip şaşırdı ve gülmeye başladı, arkadaşlarının yanına odaya girdi ve gruba “Değerli MDB üyeleri, lütfen beni dinleyin!” diye hitap ettikten sonra benim ona anlattıklarımı gruba aktardı ve ardından mesajı okudu. Grupta bir anda konser yorgunluğundan eser kalmadı, öyle bir kahkaha kopardılar ki ta dışarılardan bile duyuldu!
Çeşitli yorumlardan sonra Aaron peçeteyi istedi ama ben “Belge o, dursun bende!” diyerek vermedim. :) “O halde ben de cevap yazayım onlara, sen de bir daha geldiklerinde ilet lütfen” dedi ve masada duran bir rulo tuvalet kağıdını alıp cevap yazmak üzere koltuğuna kuruldu tekrar. “Gerçi onların okuması yoktur…” filan diye dalga geçe geçe sonunda şunu yazdı: “To Bananathema – don’t forget to sign on! Love, MDB”.
Andy’ye mutlaka peçetenin fotokopisini yollama sözü verdikten sonra da Aaron nihayetinde şimdi biraz söyleşebileceğimizi söyledi ve beraber gidip yine dışarı oturduk.
Soğuktu artık, ama ben sonunda bu son derece merak uyandıran ve karizmatik insan evladıyla birkaç çift laf konuşabileceğim için hiç de umurumda değildi iklim koşulları. Yanımda oturuyordu şimdi bu sahne için yaratılmış ve sahneyi hiç sevmeyen, çok çirkin ama çok güzel adam. Adam değil belki de, kırmızı boyalı elleri, bembeyaz teni ve teki siyah boyanmış gözleriyle fantastik bir karakterdi sanki daha çok. Zıtlıkların bir bedende, bir ruhta birleşmesinin en başarılı örneklerinden biri, en sevdiğim şairlerden biri, en özgün ve en hayranlık duyduğum “performer”lardan biri...Böyle biriyle her gün söyleşme şansı elde edemezsiniz, bu yüzden gerçekten mutluydum. Ve beni hayal kırıklığına uğratmadı, basit bir soru cevaplama işini bile bir performansa, bir gösteriye dönüştürebilen bir adam sanat için doğmamış da nedir? Bana özel ikinci bir şov yaşadım o gece ben. Ah keşke yazarken onun mimiklerini, sesinin iniş çıkışlarını, vurgularını da yansıtabilsem…
Daha oturduğumuz anda ve ben sormadan başladı anlatmaya:
Daha önce röportajı yapamadığım için kusura bakma…biliyorum ki bu işimin bir parçası, o yüzden de yapıyorum…
Sağol…
…ama onları bir konser verecekken yapmakta zorlanıyorum…
Sahne korkunu biliyorum…
…evet, konserler benim için çok zor…ve bir şov öncesi röportaj yapamıyorum, tam bir idiot gibi konuşuyorum o zamanlarda.
Zaman içerisinde azalmadı mı bu sahne korkusu?
Beter oldu! Çünkü gitgide daha iyi çalmanın gitgide zorlaştığını düşünüyorum. Her canlı çaldığında bir öncekine göre daha iyi çalmak zorundasın. Hep daha iyi olmak zorunda!
Fakat öyledir zaten, yıllar içinde edindiğin tüm tecrübeyle! Üstelik söyleme tarzın bu kadar gelişmişken!
Evet, ama her zaman işe yaramıyor…O kadar çok röportaj yapıyorum ki telefonla. Geçen hafta Paris’teydim röportajlar için, haftaya Belçika’da olacağım…O kadar çok yapıyorum ki, bir konser öncesi yapmak istemiyorum. Çünkü konsere %100 konsantre olmalıyım ve şov öncesi başka bir şey yapmak istemiyorum. Gerçekten zor oluyor.
Şimdi vakit ayırmış olman harika o yüzden. Aslında birçok şeyi Hamish’e sordum bile ama sana özel sorularım da var, öncekilerden bazılarını tekrar da sorabilirim vaktimiz olursa…Bir iltifatla değil, bir gerçekle başlamak istiyorum: tüm zamanlar içinde en sevdiğim şairler arasındasın…
Oh, teşekkür ederim…
…ve yaklaşık on yıl falan önce – kaynağını hatırlamıyorum – en iyi İngiliz şairlerinden biri seçildiğini duymuştum. Aslı astarı var mıdır bunun?
İlk kez duydum bunu! Ama kesinlikle gurur duyardım, ismimin şiirle ilgili olumlu bir şekilde anılması bana gurur verirdi, çünkü çok seviyorum!...
Evet, örneğin Shelley’i sevdiğini biliyorum. Başka?
Yaptığım işe çok emek harcıyorum…Evet, Shakespeare, Byron, Shelley…Lirikleri kolay yazmıyorum. Bu gerçekten zor bir iş. Güzel güneşli bir günde öylece oturup sözleri yazmıyorum. Öyle olmuyor. Yaptığım iş için gerçekten çok efor sarfediyorum, ve bunu yapabilmek için doğru atmosferi yaratıyorum. Bu aslında canlı çalmayı sevmememin sebeplerinden biri. Sözler bir hayli duygusal, ve ben onları yazarken duygusal bir adamım, ve çalarken de o duygusal adam oluyorum yine. Bu yüzden çalacağımız zaman röportaj da yapamıyorum, çünkü aklım başka bir yerde oluyor, ve çalacağımız zaman yaptığım röportajlar gerçekten b.ktan! Bu yüzden bunu yapmaktan vazgeçtim, çünkü o sırada aklım başka bir şey yapıyor! Cevaplarım evet-hayır-evet-hayır’dan ibaret oluyor. B.k gibi! O yüzden çalacağımız zaman artık röportaj yapmıyorum.
İnsanlar bazı acılı dönemlerden geçer ve zaman içerisinde acıları hafifler. Sen ise her seferinde sahnede yeniden yaşıyorsun bunları. Bunun zorluğu hakkında ne söyleyebilirsin?
Çok zor. Bu yüzden canlı performanslardan nefret ediyorum. Sözleri yazdığım anı bana yeniden yaşatıyorlar, ve ben o sözleri eğlence olsun diye yazmıyorum. Kalbim orada, ve sahnede herkese kalbimin içindekileri anlatmak zorunda kalıyorum. Aslında çaldıkça, zaman içerisinde kolaylaşmasını beklersin, çünkü zaman en iyi ilaçtır, ama öyle olmuyor, çünkü o adrenalin, canlı çalmanın verdiği o duygu çok farklı…açıklaması çok zor bir şey…benim için o çok duygusal bir an ve ben orada ikibin, üçbin kişi karşısında durup onlara en özel duygularımı anlatmayı sevmiyorum. Çok zor bir şey, çünkü o insanları tanımıyorsun ve biliyorsun ki bazıları gülecektir, sen ne kadar duygusal olursan ol. Birçoğu seni ve yaptığın şeyi sever, ama orada hep birileri olacaktır “Pffft! B.k!” diyecek olan. Bunu bazen açıkça görüyorsun da, ve bu canını yakıyor.
Peki zevk için istediğin bir gruba girebilsen, bir haftasonu takılacaksınız ve onların şarkılarını söyleyeceksin diyelim – o durumda da sahne korkusu hisseder miydin?
Az bir heyecan olurdu tabii, ama duygusal bağım olmayacağından, lirikleri bir başkası yazmış olacağından isterdim tabii – mesela Candlemass şarkıları, hatta Slayer şarkıları söylemek! Harika olurdu orada durup bağırmak! MDB’de hissettiğim şeyi hissetmezdim, çok ufak bir gerginlik dışında belki.
Şarkılarının çoğu mutsuz, hastalıklı veya nevrotik aşklar hakkında. Mutlu aşk yok mudur?
Mutlu aşk vardır! Hem de bolca! Ama birçok başka grup bunun hakkında şarkılar söylüyor zaten. Ve onlara bol şans! Ben, kaybedilmiş aşktan bahsetmeyi seçtim. Neden bunu seçtim bilmiyorum. İyi bir hayatım oldu. Sadece insani duyguları çok ilgi çekici buluyorum. Kaybedilmiş aşk bence çok güçlü bir şey. Milyon pop grubu iyi aşk hakkında söylüyor. Harika. Benim iyi aşk hakkında şarkı söylemeye ihtiyacım yok. Gerçi kariyerimde tamamen kötü olmayan birkaç şarkı olmalı…
…ama bayağı düşünmen gerekiyor :).
Hahaha!…Sanırım For You tamamen negatif değil...Evet, harika da değil, ama tamamen kötü bir sonu da yok – MDB’a göre, hahahaha! Çok mutlu değil ama sonunda çok büyük bir trajedi de yok...Tamamen karanlık değil.
Sana da sormak isterim: MDB’a olan ilginin azalmamasını sağlayan şey ya da gizli formül sana göre nedir? Demek istediğim, fazla değişiklik ve deneysellik arayışında değilsiniz, şu %34,…albümü dışında…
Garip aslında. İlk albümümüzden beri fazla değişmedik. Kulağa sıkıcı geliyor, hani “Onaltı yıldır aynı b.ku mu yapıyorsunuz??” gibi. Biz inanıyoruz ki tamamen aynı şeyi yapmak çok sıkıcı olurdu gerçekten. O yüzden ufak varyasyonlar yapmayı deniyoruz, melodileri daha duygusal yapmak, daha fazla tutku katmak gibi…Yaşlandıkça daha iyi müzisyenler oluyoruz. Sanırım hiç olmadığım kadar iyi bir şarkıcı ve söz yazarıyım şu anda. Yani, tamam, biz kader, ölüm ve acı hakkında şarkılar söylüyoruz, yani ilk albümde yaptığımız şeyi, ama artık çok daha olgunuz, çok daha iyi sözler yazıyoruz…demek istediğim, bu konulara daha farklı bir açıdan yaklaşabiliyoruz artık, ve bakış açısını he albümde değiştirmeye çalışıyoruz, ki insanlar yeni albümü aldıklarında “Bu da bir öncekinin aynısı olmuş!” demesinler. İnsanlar bunu söylemeye başladıklarında – bazıları hep söyleyecektir gerçi, biliyorum – ama çoğunluk bunu söylemeye başladığında, o zaman herhalde bunu yapmayı bırakırım, çünkü bu işi yapmak beni ne kadar doyursa da insanlardan olumlu geribildirim gelmesi yardımcı oluyor. İnsanların olumsuz yorumları birinin sana vurması gibi. Acı veriyor. “Lanet olsun, ben en iyisini yapmaya çalıştım ve sen karşılığında bana vuruyorsun!” diye düşünüyorsun. Gerçekten zor ve ağır bir iş bu.
Peki ileride daha başka sürprizler bekleyebilir miyiz sizden, 34,788%...Complete albümü gibi? Bu arada o albüm favorilerim arasında, Heroin Chic parçasının hastasıyım ayrıyetten!
Ben de bayılıyorum ona! Ama sorun şu…sanırım hayır. Ona benzer deneysel bir proje yapacak olsak, MDB’dan farklı bir şey, ona artık MDB demeyiz. Farklı bir isim bulurdum, yeni bir grup yaratırdım, tamamen aynı elemanlarla. Ama farklı şeyler çalıyor olurduk. Plak şirketi, sözleşmeler, avukatlarla birçok sorun yaratırdı bu, ama bana göre MDB’ın kökleri doom/gothic/death metalde yatıyor. Ve bunlar sağlam kökler! Yıllar boyu çok saygı kazandık, o yüzden bence bunu bulandırmak yanlış olur. Bunu çok seven birçok die-hard fanın var…Biz 34’ü yaparken çok severek yaptık, ama şimdi geriye bakınca belki onu bir yan proje olarak yapmalıymışız diye düşünüyorum. Ama hala çok seviyorum onu…
Ama o bariz MDB damgası taşıyordu yine de…
Evet ama ileride yine de farklı bir isimle yaparız böyle bir şeyi ancak.
Yapmak ister misin?
Kesinlikle evet!
Peki, biraz da şovdan bahsedelim. Beklentilerini karşıladı mı bu gece? Seyirci nasıldı sence, mekan, sound, her şey?...
Bence harikaydı. Daha iyisini isteyemezdim.
Sahnedeyken de söylediğin gibi…
Büyük bir seyirci kitlesi vardı. Her şarkıyı benimle birlikte söylüyorlardı. Sözleri benden daha iyi biliyorlardı hahahaha…ki bu her zaman utanç vericidir, haha…harikaydı, seyircinin oluşturdu atmosfer çok özeldi. Düşünsene, onaltı yıldır konserler veriyoruz ve Türkiye’ye ilk gelişimiz. İnanamıyorum! Ama olağanüstü bir zaman geçirdik. Geri geleceğiz, kesinlikle çok kısa süre içinde geri geleceğiz!
Umarım! Onbir yıl önce ilk kez sormuştum size Türkiye’ye gelip gelmeyeceğinizi, ki o zaman imkansız görünüyordu bu, ama sonunda gerçek oldu…Tamamen farklı bir soruya geçelim şimdi. Download etmek hakkında ne düşünüyorsun?
(Burada bir kahkaha patlatıyor!...)
Hahahahaha! (Muzip bir bakış geliyor ardından…) Ben yapıyorum. O yüzden yapılmasına kızmıyorum….Yakınlarda bir sorun yaşadım…MDB forumunda…
Şu Türk çocukla mı? :)
Evet…internetten şarkı indirilmesini engelleyemeyiz, o yüzden bunu denemeye de uğraşmam. Ama insanlar albümümüzü internetten indirip sonra forumumuza girip pek de iyi olmadığını söyledikleri zaman, işte buna karşıyım! Ben de geçmişte download ettim bazı şeyleri – ne olduğunu söylemeyeceğim :) - ve biliyorum ki bu yanlış bir şey, ama gerçekten seversem gidip alıyorum sonra zaten. Ama bazen bir şey sadece ortalamadır ve ona para harcayacak değilimdir, ama onların forumuna girip de fanlarına “Hmm, eh işte, ortalamalar sadece” demem. Bu çok kaba bir davranış.
Aslında bana göre zaten eserin tamamını, yani artwork’ü ve sözleri de incelemeden, albümü bir bütün olarak ele almadan, sadece internetten müziği indirerek, onu eleştirmek ve değerlendirmeye çalışmak yanlış bir şey…
Evet, müziği download etsen bile sözler, fotoğraflar, tüm paket eksik kalıyor…Bunlar bütünü için önemli olan şeyler, ve ben çok sık, hatta gitgide sıklaşarak, mesela Deeper Down’da olduğu gibi birçok söz yazıyorum ama hepsini söylemiyorum. Yani albümü aldığında tüm lirikleri okuyabiliyor, hikayenin tamamına ulaşıyorsun. Netten indirince sadece söylediğim sözlere ulaşıyorsun, ama daha fazla söz var aslında. Yani download olayında bazı şeyler eksik kalıyor. O yüzden canınız istiyorsa indirin albümleri, ama bütününden mahrum kalıyorsunuz, hikayenin sadece bir bölümünü duyuyor olacaksınız.
Seni bir metalhead kuşağının “ümitsizliğinin ve bedbahtlığının sesi” olarak tanımlayabilir miyiz? Böyle bir rolün olduğunu kabul eder miydin?
Sanırım başkaları benim rolümün bu olduğunu kabul ederdi. Ben eder miydim emin değilim. Kendimi bir rol model olarak görmüyorum, sadece yaptığım şeyleri yapıyorum, onları yapmak istediğim için. Ve biliyorum ki bazı insanlar “Sen bir rol modelsin ve bu yüzden hatırlamalısın ki yaptıkların başka insanları etkileyecektir” diyebilirler. Ama ben bunu yapamam. Yaptığım şeyler, yapmam gereken şeylerdir. Başka insanlara ne yaptıkları umurumda değil. Biliyorum bu yanlış, ama gerçekten çok ama çok üzgün, melankolik bir şarkı söylediğim zaman birilerinin bana “Bunları söylemeni istemiyorum çünkü çocuklarım intihar edebilir” demesini istemiyorum. Ben bir sanatçıyım. Yaptığım şeyleri yapmak zorundayım. Acı verici olsalar bile yapmak zorundayım, bu yönde yaratıcı olmalıyım. Ve yanlışsa, o zaman beni tutuklayın, hapse gönderin. Ama durmayacağımdır. Kendimi bu şekilde ifade etmek zorundayım. Bazılarının “Yaptığın her şey harika, bana çok ilham verdin, kendi hareketimi başlattım” demesi çok güzel, ama ben sadece “Oh, çok teşekkürler!” diye düşünürüm, bir rock tanrısı olduğumu falan değil. İlham vermek güzel, ama asla rock star gibi davranmam, yapamam. Sadece mecbur olduğumdan yapıyorum yaptıklarımı.
Peki sana ilham verenler kimler?
Müzikal açıdan sanırım Dead Can Dance, Celtic Frost, Candlemass, Slayer, Bathory - extreme müzik deyince eski kafalıyım biraz. Daha yakın zamanlarda diyecek olursak, Nick Cave and the Bad Seeds’in büyük bir fanıyım, çok büyük. Çok etkilemiştir. Ayrıca Swans’ın üzerimdeki etkisi büyüktür. Ama ilham her yerden gelir, filmler, kitaplar…İlla müzik olmak zorunda değil. Mesela sinema’da bir film izliyor ve ekranda gördüğüm birşey hakkında “Bu harika bir fikir!” diye düşünüyorsam, onu bir MDB şarkısına dönüştürmeyi düşünebiliyorum, bunun üzerinde gider çalışırım. Ve bazen bir hikayeyi aslıyla tüm benzerliğini kaybedecek şekilde değiştirebilirim, ama onlar ilhamı vermiştir ve ben ondan farklı bir şey yaratmışımdır. Her yerden ilham almayı seviyorum.
“The Hunger” filmini sevdiğini biliyoruz. Ben de tam bu aralar bir arkadaştan ödünç aldım ama henüz izlemedim onu. Nesini seviyorsun?
Aslında artık eski bir film sayılacağı için biraz etkisinden kaybediyor, ama müzikler inanılmaz. Evet, müzik inanılmaz, imgeler inanılmaz…Ridley Scott’un kardeşi Tony yönetmiş. Harika bir görüşü ve bakış açısı var. David Bowie, Susan Sarandon ve Catherine Deneuve oynuyorlar ve çok görkemli, tutku dolu bir film. Evet, seksi bir film. Ve müzik gerçekten muhteşem. İnsanlar ölürken klasik müzik çalıyor, ama son derece güçlü bir duyguyla dolu. Bana göre tüm zamanların en iyi filmleri arasında ama herkes onu görmezden geliyor.
Senin sözlerini hatırlayarak izleyeceğim o halde! Vaktimiz daralıyor ama sormadan edemeyeceğim – gerçek işin nedir? kendini ne olarak tanıtıyorsun ? :)
Ben kendime…
…sanatçı diyorsun elbette :), ama onun dışındaki tanımlaman nedir?
…hahaha tabiiki, ama diğerinin adı (ki burayı olduğu gibi bırakıyorum) “logistics administrator”. (Bunu acaip bir hava katarak söylüyor, süper karizma geliyor kulağa!)
Haha, kulağa cool geliyor!
İnan hiç değil. Ama zaten bunu pek konuşmuyorum, çünkü müzikle alakası yok.
Merak işte.
Yani, aslında istesek sırf grupla geçinebilirdik, eğer ebeveynlerimizle oturuyor olsaydık. Biz kült bir grubuz, çok para kazanmıyoruz. Bu yüzden eğer güzel bir ev, araba ve aile istiyorsak işlere ihtiyacımız var. Bu kadar basit. Bizim yaptığımız kült, underground bir müzik. Dünyanın değişik yerlerinde çok popüler olduğumuzu biliyorum, ama hala underground’uz. Ve para berbat! Ama para bizi hiç ilgilendirmiyor, çünkü bu müziği yapmayı seviyoruz. Fakat iyi bir hayat sürmek istiyorsan çalışmak zorundasın, biz de bunu yapıyoruz.
Sana İngiliz Dili ve Edebiyatı öğretmek çok yakışırdı, ne dersin?
Sanmam, çünkü o zaman zevksiz hale gelir, çünkü işin olmuştur artık, ama bana göre edebiyatla her gün uğraşmak istemezsin. Ağırdır çünkü. Doğru an geldiğinde o ağır edebiyatı okursun. Ama her gün yapmayı asla istemezdim, tüm zevkini yok ederdi. Öğretmek zorunda olsaydım herhalde asla bir daha Byron okumak istemezdim.
Burada artık önümüzde duran minibüse eşyalar yüklenmeye başlıyor, grup da binmeye – eh, biz de artık söyleşimizi kesip vedalaşıyoruz. Hepsine tekrar teşekkür ediyorum muhteşem bir gece için ve iyi yolculuklar da diledikten sonra tekrar görüşmek üzere ayrılıyorum oradan.
Gönül daha öve öve bitirememek isterdi ama bakıyorum da en azından bitirememe kısmını başarmışım, o halde kesebilirim burada. Övme kısmına siz devam edin benim için.
Eveeeeet, mantık dışı uzunluktaki yazımın sonuna gelirken hatırlatmak isterim ki sevgili okur, bu bir doomdeath grubu yazısı/söyleşisiydi – eh, uzun ve acı verici olmasaydı konsepte uymazdı. Tüm kaygım budur.
Hadi yat şimdi biraz okurcan, astigmatın geçsin. Havuç ye bir de. Havış.
Seyda “Abigail” Babaoğlu
Ekim 2006
My Dying Bride İstanbul’daydı…
(Eveeet, maceraya var mısınız? Dil altı haplarınızı, tansiyon ve elektroşok aletlerinizi hazır edin ve skandal uzunluktaki yazıya buyrun! Sanırım kendi rekorumu kırdım!)
Onbir sene olmuş! ON-BİR!!!
Dile kolay…Tam onbir sene önce, 1995 yılında, İngiltere’deki Bradford Rio kulübünde My Dying Bride’ı ilk kez izleyecek olmanın tarifsiz heyecanını yaşıyordum. Karanlık ve kasvetli bu şehre yakışır, kurşuni gri bir gündü…ama benim içimdeki mutluluk ve heyecan tüm kasveti dağıtıyordu. Ne kadar ironik değil mi, MDB gibi saf acıdan mamül bir grubun mutluluk vermesi?
Ama Aaron ve o dönemki tayfasını izlerken hissettiklerim bundan başka bir şey değildi. Taş çatlasa yüz kişi ile birlikte (ki sahne önünde en fazla elli kişi falan vardı) taparcasına sevdiğim grubu izlerken Aaron’un - albümlerinden içime çoktan işlenmiş olan - sesi ve teatral hareketleri beni kendimden geçirmişti. Unutulmaz bir anı olacağı daha başından belliydi o günün. Biliyordum ki Türkiye’de MDB izlemek bir hayal olacaktı – en azından çoook uzun bir süre için. O yüzden konserin her anının tadını sonuna kadar çıkarmış, Aaron’la beraber acı çekmiş, Calvin’in 12 dakika boyunca aynı riff’i çalmasını tam dibinde durarak hayretle izlemiş, son parça olan The Forever People’da da pogoya girmiş ve olayı tam anlamıyla kan ter içinde bitirmiştim.
Konserden sonra mekanda içmekte olan elemanların yanına çekingen bir şekilde yaklaşmış ve Türkiye’den geldiğimizi söylemiş, imza almış ve çok sıcak karşılanınca biraz da muhabbet etmiştik. Aaron ise bir köşede içiyor ve bir kızla konuşuyordu o sırada. Fazla rahatsız etmek istememiştik, sadece ona gidip konserin süper olduğunu ve Türkiye’den geldiğimiz söylemiştik. “Oha çok uzak!” gibi bir şeyler söylemişti. Sonra o dönem evli olduğum insanın fotoğrafını çekmiştim onunla, bense daha fazla rahatsız etmemek için ne foto ne imza almıştım. Önemli de değildi, onları izlemiş ve hatta konuşmuştuk ya yeterdi…
İşte onbir yıl sonra yeniden buluşmak ve bu sefer bol bol konuşmak nasip oldu. Kadro değişiklikleri olmuştu elbette, ama Aaron hala Aaron’du ve ona sorulacak çok şey vardı. Umarım biraz söyleşebiliriz düşüncesiyle konser öncesi günü Dorock bar’a gelişlerini izledim. İşte oydu! Onu ilk kez yakından görenler “Hayvan gibi herifmiş lan!” diye şaşırırken ben sanki eski bir dostummuş gibi “Tabi olm ne sandın!” diye saçma sapan pay çıkarttım kendime. :)
Rock barlarımıza çok grup geldi gitti bugüne kadar ama MDB kadar ilgi göreni az olmuştur herhalde. İmza alanlar, foto çekenler bitmek bilmiyordu, ben de beklemekten sıkılıp daldım olaya. Andy’nin yanına gittim ilk olarak ve kendimi tanıttıktan sonra eski resimlerimizi çıkartıp gösterdim. Hemen muhabbete girmiş olduk böylece, ve biraz sonra röportaj için tur menejerleri olan süper tatlı Debora ile olayı bağlamıştık bile. Rahat bir nefes aldım ve sonra eksik kalmış işlerimi halletme olayına girdim – yani Aaron ile bir fotoğraf çekilmek ve imza almak meselesi! Hah dedim sonunda o da olunca ve böylece “arşiv” tamamlanınca.
Sonra adamları rahat bıraktık, zaten de Solid çalacaktı ve ben Metehan’ın yanına, sahnenin oraya gittim. İlerleyen saatlerde baktım ki Andy de sahne önlerine gelmiş. Kendisine kadeh kaldırdım, o da karşılık verdi, uzunca da bir süre önde kaldı yanında göremediğim başka elemanlarla birlikte. Solid kendilerini selamladı ve onların onuruna hatırladığım kadarıyla Countess Bathory çaldı.
Daha sonra hep birlikte Dorock’un önünde dışarıda oturuyorduk - bir masada bizim tayfa, bir yan masada Ade falan, öteki yan masada Aaron ve kız arkadaşı, onların yanında grubun geri kalanı ve crew vs, çok hoş bir ılıman iklim meets İngiliz doomdeath ortamdı. Aaron ve Adil’imizin (Akbay) resmini çektik ve pes dedik benzerliğe. Aaron’un adı Harun kaldı, o derece Türk ve Adil’in abisi görünüyordu o fotoda! Bu ve benzeri hoşluklarla gece ilerledi, grup yatmaya gitti, baybay denildi ve Solid ile geceye devam edildi, ta ki ertesi gün gelene kadar…
Evet, konser günü gelmişti. Yedi Ekim. Sonunda! Röportaj saatini Debora ile belirlemiştik, kiminle yapmak istediğimi sorunca de elbette Aaron cevabını almıştı. Ne yazık ki ben yoldayken mesaj geldi tekrar: “Röportajı Hamish yapacak, umarım sorun olmaz. Aaron çok yorgunmuş.” Ühü dedim, ama sorular Aaron içindi dedim, sonra da napalm, uyarlarız artık, peki dedim.Ve mekana vardım.
Tolga kardeşimiz sağolsun gayet yardımcı oldu, içeri girdik ve ben ilk önce Debora’yı buldum. O arada Aaron’dan şov sonrası için de kısa bir muhabbet sözü kopardım kaşla göz arası. Biraz rahatlamış olarak da Hamish’le beraber gittim Venue’nun (neydi yeni adı yaw?) dışında, arkada kalan kısımdaki merdivenlere oturdum ve sohbete başladık.
Dünya şekeri, yumuk yumuk bir şey olan bu Hamish Glencross kişisinin (yalnız isimdeki karizmaya bakın, al da bunu Braveheart’ın ortasına atma!) Megadeth’in de burada çaldığını duyunca gözleri parladı – hastası fena halde kendilerinin!
Efenim buyurun, yaklaşık yarım saatlik röpörtacımız aşşaada (bu arada kendisinin sonu gelmeyen cümlelerini de aslına sadık kalarak aktarmaya çalışacağım).
Hamish, klasik bir giriş yapalım. Türkiye’ye ilk gelişiniz – peki neler bekliyordunuz ve özellikle konserle ilgili beklentileriniz?
Türkiye’ye geleceğimiz için gerçekten seviniyorduk. Zamanımızda internet sayesinde fanlarımızla çok daha doğrudan bir iletişimimiz oluyor ve çok daha kolay bir şekilde insanların görüş ve beklentileri hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. Yani online olup çok heyecanlı birçok insanın bizi beklediğini görebiliyorduk.
Web sitenizin forumundan mı takip ediyordunuz?
Evet, bazen bakarız oraya ve bize nasıl bir şov ve deneyim yaşayacağımız konusunda bir fikir verir bu genelde. Dolayısıyla çok yüksek beklentilerle geldik – fanların beklentileri nasıl yüksekse bizimkiler de öyle! Harika bir şov gerçekleştirmeyi umuyoruz, bu yüzden uzun zamandır ilk kez bu kadar uzun bir playlist hazırladık…
Umarım bu setlist tüm diskografiyi kapsıyordur?
Dört yıldan beri ilk kez olmak üzere bu gece her albümden en az bir şarkı çalacağız – EP’ler hariç. Ama As the Flower Withers’dan A Line of Deathless Kings’e kadar her şey var.
Harika, heyecanla bekliyoruz!... A Line of Deathless Kings’le ilgili bir soru soracağım – albüm adını ilk duyduğumda aklıma Macbeth geldi bir an. Merak ediyorum, gerçekte ne anlama geliyor bu isim?
Bu isim eski Mısırlı firavunların bize ilham vermesinden kaynaklanıyor. Şarkı sözlerini etkilediğinden falan değil, sadece ben, Aaron ve Sarah bu konuyla çok ilgiliyiz. Bu ölümsüz krallar aslında ölümsüz firavunlar ve dolayısıyla ölümsüzlük kavramının bir ifadesi. Biz grup olarak Egyptology ile çok ilgili değiliz tabii örneğin Nile gibi hahaha…
…hahaha, ama harikalar yaw, sever misin onları?
…tabiiki, Dallas da süper bir heriftir aynı zamanda…neyse, biz özellikle o ölümsüzlük açısını sevdik, ve müzik de o açıya sahip…Gün boyunca ne yaparsak yapalım, ne düşünürsek düşünelim, bu gruba ve her albümümüze o kadar çok emek harcıyoruz ki - çünkü ticari bir grup değiliz, en yüksek satış rakamlarının peşinde koşmuyoruz…bizim için önemli olan kendimizin beğeneceği şeyler yapmak, çünkü biliyoruz ki yıllar sonra grup dağıldığında veya her şey değiştiğinde bunu yapmış olduğumuzu – ve birlikte yapmış olduğumuzu - bilmek önemli bizim için, ve bu albümler bizim müzik aracılığıyla ölümsüzlüğümüz İşte bu açıdan bize çok uygun bir isim gibi geldi, özellikle grup artık 16 yıldır varolduğu için. Grup elemanları geldi gitti ama “iş” devam ediyor ve hala yaptıklarımızı çok seven insanlar var. Bunun için çok müteşekkiriz. Bizim kadar yaptığı işe enerji harcamak ve sonra insanların bundan faklı biçimlerde birşeyler çıkardığını görmek olağanüstü.
Son albümü burada henüz edinemedik, daha gelmedi, dolayısıyla dinleyebilmek için download etmemiz gerekti…
(Hafif çatık kaşlarla sırıtarak) Hmmm yeah…hahaha…
…ama ben, die-hard bir fan olarak her albümünüze, ayrıca The Stories box set’inize vs. vs. sahibim ve son albümün orijinalini bulabildiğim an alacağım elbette. Maalesef şu anda ne artwork, ne de lirikler hakkında bir şey soramıyorum bu sebepten dolayı, ama internetten indirme meselesini sorabilirim sana. Birçok insan bu günlerde artık bir kez indirip dinlediği bir albümün gidip bir de orijinaline para harcamıyor. MDB’ın mp3 ve albüm indirme olaylarına bakışı nedir?
Grup içinde bile bu konuda çok farklı görüşler var. Ne mutlu bize ki MDB fanları genellikle çok sıkı fanlar ve download ediyorlarsa sebebi yayınlanmadan önce dinlemek içindir, sonra gidip zaten alacaklardır. Bunu anlayabiliyor ve saygı duyuyoruz…
…henüz doğmamış bebeğinin cinsiyetini öğrenmeyi istemek gibi bir şey bu bence.
Evet, kesinlikle, bu çok iyi bir benzetme! Birçok die-hard fanımızın bu şekilde düşündüğünü anlayabiliriz. Download meselesinin gruplara zarar vermediğini söyleyemeyiz elbette, çünkü birçok gruba gerçekten zararı dokundu. Aslında bu şu anki durumun gerçekliği. Bir yandan, seni başka türlü hiçbir zaman dinlemeyecek olan insanlar dinliyor ve merak ediyor. Evet, tanımadığın ve emin olmadığın birinin albümünü almak gerçekten pahalı bir şey, ama internetten bir-iki şarkısını indirip beğendikleri birinin geri kalan işlerini merak edip yine gidip albümü alabiliyor insanlar bu sayede. Yani bir ölçüde fan sayını bu sayede arttırabilirsin bile. Ama bazı yüzeysel dinleyiciler download edip hiçbir zaman albümü almıyorlar ve bu çok acı bir şey çünkü bir albüm çıkarmak çok pahalı bir iş. Onbinlerce İngiliz Pound’una mal oluyor ve bir plak şirketi için çok büyük bir yatırım. Albüm satışları olmadan MDB albümleri de olamaz. Sanırım şu sıralar bilgi çağının iyi ve kötü taraflarını öğreniyoruz ve tam ortasında biryerlerdeyiz.
Yani senin hiç albüm indirmediğini söyleyebiliriz.
Kesinlikle. Asla yapmadım. Ben gidip satın alıyorum ısrarla. Birkaç sene önce Candlemass’tan Messiah Marcolin ile konuşuyorduk – beraber çalıyorduk, ki çok büyük fanlarıyızdır ve bu bizi çok mutlu etmişti, çok şanslıydık – ve bize çok büyük bir MDB fanı olduğunu söylemişti. Biz de “Bu harika!” demiştik, “ama herhalde bu işin içinde biri olarak albümleri bedava alıyorsundur değil mi?” diye sormuştuk. “Kesinlikle hayır” demişti, “dinlemek istediğim her albümü satın alırım ben!” Piyasayı desteklemek için, çünkü nasıl olduğunu biliyordu! Ve bu bende iz bıraktı. O yüzden ben de sevdiğim her grubun albümünü satın alırım. Bazen bize promo CD verirler, eğer seversem gidip diğer albümlerini mutlaka alırım. Geçen ay yine Celtic Frost falan aldım.
Peki hiç tanımadığın grupların albümlerini alıyor musun, denemek için?
Hmmm, zaman zaman…Tam olarak böyle bir şeyi en son ne zaman yaptığımı hatırlamıyorum. Ama birinin tavsiyesi üzerine veya bazen sırf çekici bir paketlemeye sahip olduğu için, artwork’ü güzel olduğu için alabilirim. Her zaman bir nedeni vardır. Ama evet, haklarında hiçbirşey bilmeden bir grubun albümünü alabiliyorum. En son bunu Pelican için yapmıştım. Harikalar, haklarında çok iyi şeyler duymuştum...
Maalesef tanımıyorum henüz.
Oh, onlar post-hardcore-instrumental-doomster-progressive ya da öyle birşeyler hahaha…
Hahaha…
…ve bu bana ilginç gelmişti, gidip aldım ve harika olduklarını düşünüyorum. Bu şekilde yeni bir grubu keşfetmek çok güzel, çünkü evet, biz bir grupta çalan müzisyenleriz ama hey, aslında biz her şeyden önce sevdiğimiz müziğin çok tutkulu fanlarıyız! Bu yüzden yeni ve heyecan verici bir grubu keşfetmek ilk kez klasikleri keşfettiğimiz zamanlardaki heyecanı anımsatıyor.
Şu ölümsüzlük fikrine geri dönelim biraz. MDB gerçekten ölümsüz görünüyor, 16 yıldır ortalıkta olmanız bir yana, gruba olan ilgi azalacağa benzemiyor. Fanlarınıza karşı sadık olan bir grupsunuz aynı zamanda, onların beklentilerine karşılık veriyorsunuz daima, büyük değişiklikler yapmadan (%34,788…denemesi hariç). Plak şirketinize de sadıksınız. Fanlarınızı her zaman heyecanlı ve ilgili tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Bunun gizli tarifi nedir? Ve sizin heyecanınız hiç sönmüyor mu?
İşte anahtar sözcük bu! Biz albüm yaparken hiçbir zaman “fanlar şunu bekliyor” diye yapmıyoruz, biz belli bir albümü istediğimiz için o türde bir albüm yapıyoruz. %34 albümü grubun o ana kadarki gelişiminin ulaştığı noktaydı. MDB her zaman deneysellikten yanaydı ama o albümle ilk çıkış noktasından çok farklı bir yere gelinmişti. O albümde harika materyaller olduğunu düşünüyorum. The Whore, The Cook and the Mother’ı bütün bu yıl boyunca çaldık ve şu anki set’imizin içinde çok mantıklı görünüyor. Yani her zaman MDB’dı…ama biraz alternatif bir açıdan. Ama bu albümden sonra grup tekrar köklere ve ilk çıkış noktasına dönmek istedi. Ve sonra her albümle gelişmeye ve yeni öğeler katmaya devam ettik, ama elektronik olmak ya da benzeri şeyler kadar açıkça şiddetli değişiklikler değillerdi. Ama yeni albüm müzikal açıdan çok katmanlı, çok şeyler oluyor, o kadar çok kontrast var ki, her zamankinden daha fazla…çok doom-sledgehammer riff’ler var, aynı zamanda çok katmanlı çekirdek bölümler var, gitarlarla ilgili daha fazla şey var…Aaron’un sesi ise kariyerinin en iyisi, clear vokalleri gerçekten bambaşka…Eskiden kendine şarkıcıdan çok vokalist tanımlamasını yakıştırırdı, şimdi bu albümle artık gerçek bir şarkıcı o. Yani yaptıklarımızı yapmaya devam etmemizin bir anahtarı, bir sırrı varsa o da kişisel ve sanatsal olarak daha yapacak çok şeyimizin olduğunu düşünmemizdir, her yeni albümle birlikte. Ve bizim için çok heyecan verici. Ben ve Andy’nin gruba sunacağı ilk riff demo’larından başlayarak her seferinde nasıl şekil aldığını ve geliştiğini görmek…The Dreadful Hours, stüdyodaki bir grubun sound’uydu, yani bir bütünden oluşan grubun, şarkıları birlikte, adeta kamçılar gibi, icra etmesiydi. Sonra, Songs of Darkness’da, ben ve Andrew gruptan ayrı olarak yazdık parçaları, çünkü Shaun yaralıydı ve fazlaca çalışamıyordu, bu da biraz karanlık ve ambient bir hava kattı. Şimdi de son albümde yine, Shaun da artık bizimle davul çalmadığından, ve John Bennett harikalar yaratırken, heyecan yine doruktaydı ve kendimizi yine farklı yönlere kayarken bulduk…çok heyecanlı bir süreç, ve biz bunu çok seviyoruz!
Shaun’a ne oldu tam olarak?
Aslında birkaç yaralanma geçirdi. Songs of Darkness’i yazarken kollarında tendonitis vardı, bu da bizimle pek çalışamayacağı anlamına geliyordu ve bizim için garip bir durumdu. Albümü bitirdik ve promosyon amaçlı birkaç konser verdik ama istediğimiz sayıda olamadı bu. Ve bu şovlardan sonra ayak bileğini incitti. Biz de ona döndük ve dedik ki: “Grupla devam etmeni istiyoruz ama şu anda bunu yapamayacaksın ve biz sağlam bir davulcuyla devam etmek zorundayız.” İşte burada John Bennett girdi devreye ve 2005’in tüm şovlarında bizimleydi.
Gruba iyi uyum sağladı mı?
Hem de çok, kişisel bazda da, yaratıcılık açısından da.
Önceden birinizin arkadaşı mıydı?
Evet, The Prophecy adlı bir grupta çalıyordu – Halifax’tan, yani bazılarımızın oturduğu yerden - bir death-doom grubu. Arkadaşımızdı ve Shaun’un yerine bakmaktan çok mutluydu. Çok iyi bir iş ilişkimiz oldu, ve bu Shaun yeni albüm için geri dönmek konusunda hazır olmadığında da devam etti. John’la devam ettik böylece. Aslında gruba tam olarak girmedi…
Yani kalıcı olup olmadığını söyleyemeyiz henüz?
Hayır söyleyemeyiz…şu an session davulcu olmaktan çok mutlu ve ondan istediğimiz her şeyi yerine getiriyor, böylece Shaun da geride kalmaya karar verdi…
İyileştiğinde dönme ihtimali nedir?
Zaman gösterecek, şu an o kadar ileriyi göremeyiz. Ama şu an için John yeni albüm turnesi için çok hevesli çünkü bunun için çok çalıştı. Shaun resmi olarak gruptan ayrıldı ama gelecekte nelerin olacağını kim bilebilir ki?
Senin Calvin’in yerine geçtiğin dönem bir hayli geride kaldı ama o dönem senin için nasıldı? Gruba uyum sağlama sürecini anlatsana biraz.
Ben Andy’yi tanıyordum, ve Shaun’u da tabiiki. Ben ve Shaun birkaç grupta beraber çalmıştık daha önce – sorma, hiç anlatmayayım, yerli bir takım gruplar işte hahaha…İşte, bir gitariste ihtiyaçları olduğunda The Light at the End of the World turnesi için, beni aradılar, ben de çok heveslendim çünkü o zamanki grubumda hiç mutlu değildim. Böylece denemelere gittim, set’i acele bir şekilde öğrendim ve baktım ki turne için çalışmalara başlamışız. Ama çalacağımız setlist’in üzerinden geçmiştik ve böylece yeni materyaller yazmaya başladık. Benim bu adamlarla çalmaya başlamamdan birkaç ay sonra A Cruel Taste of Winter’i yazmıştık. Bu da daha ilk şovumuzu bile birlikte çalmadan önceydi! O açıdan biliyordum ki evet, bu iş yürüyecek! Grubun ne yöne gitmesi gerektiği konusunda çok benzer bir bakış açımız vardı, dolayısıyla tam oturdu diyebilirim.
Daha önceden fanları mıydın?
Evet, yaptıklarına inanılmaz saygı duyuyordum, özellikle aynı piyasada savaş veren başka gruplarda bulunmuşluğumdan dolayı. Bana Towards the Sinister’in bir kopyası verilmişti ilk olarak, o zamanki kız arkadaşım tarafından, çok uzun yıllar önce…ona da başkası tarafından verilmişti – kendisi daha çok klasik rock dinlerdi – işte o bana “bak bu gerçekten cool” diye verdi. Ben de ilk kez Cry of Mankind’ı dinlediğimde “Shit, bu çok özel!” diye düşünmüştüm. Sonuç olarak had safhada saygım vardı onlara. Dolayısıyla beni aradıklarında bunun gerçekten uzun vadeli bir şey olabileceğini düşünmüştüm. Ve işte birbirimize alıştık ve gayet iyi gitti her şey. Andrew ve benim müzik bestelerken farklı yaklaşımlardan geliyor olmamızın iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben klasik eğitim almış bir müzik background’undan geliyorum, müzik teorisi falan çok ağır basar bende, öte yandan Andy hissiyatıyla ve kulağına hoş gelen şeylerden yola çıkar, bu yüzden de benim pek aklıma gelmeyecek kural yıkıcı şeylerle karşıma gelir…ben de biraz daha doku ve masif katmanlar sağlarım, biraz farklı gitarlarla yaklaşırım, ve ikisi bir arada çok iyi sonuçlar verir.
Sana bakınca çok mutlu bir insan görüyorum. Bu kasvetli karanlık müziği çalmanın senin üzerindeki etkisi nedir? Bir çeşit katharsis mi yaşıyorsun bu sayede?
Kesinlikle budur! Ve buna sahip olmamız harika bir şey! Türkiye’ye gelmeden önce, yani Perşembe, bir cenazedeydim…bir arkadaşım için…ve bu korkunç bir şey.
Başın sağolsun…
Çok teşekkürler…ama biz çok ayrıcalıklı bir pozisyondayız, müzik sayesinde birçok duygumuzla, öfke, hayal kırıklığı, üzüntü ve korkuyla yüzleşebiliyor ve başa çıkabiliyoruz, başka insanlar nasıl dövüş sanatlarına falan yöneliyorsa…herkesin hayatında bir rahatlama yöntemine ihtiyacı var, bu da bizim yaptığımız ve sahip olduğumuz şey. Sahneye yansıttığımız her şey yüzde yüz gerçek. Hepimiz kendi duygularımızdan yola çıkıyoruz, ama sonuçta toplu olarak çok yoğun bir duygusal patlama yansıtıyoruz sahnede. Şarkılar tamamen negatif de değil zaten, aşk ve umut şarkıları da var, ki bunlar olması gereken çok güçlü açılar…
Gerçi bunları bulmak için bayağı aramak gerekiyor hahaha…
…ahaha, evet ama As the Flower Withers’da bile – ki çok katı, acımasız, soğuk, sert death-doom bir albüm – Sear Me aslında özünde bir aşk şarkısı. Yani biz herhangi bir yer ve zamanda tek bir duyguda yoğunlaşmaktansa daha fazla derinlik olduğuna inanmayı sevmişizdir. Ben bir şarkının yer yer belirsizlik taşımasını severim…yani her şeyin çok ümitsiz göründüğü bir şarkıda bile, en dip nokta bu mudur, bakılabilecek tek açı yukarısı mıdır diye düşünürüm. Aslında grup içinde bile aynı şarkıyı farklı şekillerde yorumlarız biz.
Bu zaten bizim de grubu bu kadar sevmemizin başlıca nedenlerinden olsa gerek…Peki, bambaşka bir soru: sırf zevk için, örneğin bir haftasonu boyunca herhangi bir grupla çalma şansın olsaydı kimle çalmak isterdin?
Bu çok zor bir soru! Hmmm…Aslında, uzun zamandır hayalim olan bir şey, MDB ve Tori Amos’u bir projede birleştirmek. Ama özellikle Under the Pink ve Boys for Pele albümlerini yapan Tori Amos ile! Bells for her ya da …neydi o şarkı…
Pek Tori Amos fanı sayılmam…
Ya aslında çok duygusal ve zaman zaman depresif olabilen bir müzikal kaliteye sahip. Sadece sesi ve piyanosuyla çok “heavy” olabiliyor…
Maalesef sadece birkaç klibinden biliyorum yaptıklarını…
…ki onlar da benim bahsettiğim dönemi pek yansıtmıyor. Son birkaç albümdür herhalde farklı bir hayat dönemine girdi - sanırım ilham perisi eskiden olduğu kadar üzgün değil hahaha…neyse - sanırım bu birleşme çok enteresan sonuçlar doğurabilir…mesela onun birkaç eski parçasını MDB stili çalabiliriz, o da tersini yapabilir mesela, bu çok ilginç olur.
Kesinlikle.
Benim kişisel olarak başka bir grupla çalmam ise…offf bilmem…
Slayer?
Tanrım, çok severim Slayer’i! Ama o eski tayfadan en sevdiklerim kesinlikle Megadeth! Mustaine inanılmaz etkilemiştir beni. İnanılmaz bir gitarist. Risk albümünün yapılmış olduğunu yok sayarsak tabii hahaha!...
Hahaha - bu da onun deneysel dönemiydi herhalde diyip geçelim bari. Senin üzerinde etkisi olmuş veya olan başka kimleri sayabilirsin?
Çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor bu, ve hemen akla gelebilecek şeyler de değil illa ki. Eski grup Free örneğin, ve gitaristleri Paul Kossoff. İnanılmaz bir gitaristti, çok duygulu ve hüzün doluydu ve bunu çok ustaca yansıtırdı müziğine. Bence çok özel biriydi. Aynı şekilde Dinosaur Jr’dan J Mascis. Daha önce bahsettiğimiz “saf ümitsizlik mi yoksa içinde ümit de barındırıyor mu” sorusunun ince çizgisi arasında çok başarılı şekilde köprü kurardı. Yaptıkları işlerin çok derin olmasını ve üzerinde çok zaman harcanabilmesini çok seviyorum. Anlık bir şey değil. Bazen anlık müzikler de harikadır elbette – Slayer’i hayatım boyunca çok sevmişimdir, müthişler, ama biliyorsun, ezer geçer, işlerini bitirir ve çeker giderler. Bazı ruh halleri için bu harikadır, ama bazen bir albüm veya sanatçıyla daha fazla zaman geçirmek istersin, işte o zaman bu derinliğe sahip sanatçıları tercih ederim. Tek bir tarzdan fazlaca etkilenecek olursan bu etkiyi kendi müziğine fazlaca yansıtma riski olurdu.
Şu sıralar ne dinliyorsun peki?
Hmmm, arabamda neler var?...Yeni Celtic Frost albümü elbette, mükemmel!
Herkese sorduğum bir soru var, o yüzden sana da sormalıyım: King Diamond sever misin? :)
King Diamond’u, Mercyful Fate’i severim. Her zaman gruplarında çok iyi müzisyenler olmuştur ve ben iyi müzisyenliğe bayılırım. Başka müzisyenler konusunda daha fanatiğimdir ama belli bir performans konusunda belli insanları kimse geçemez hahaha!
Müzik dışındaki işinin ne olduğunu paylaşır mısın bizimle?
Aslında bunu mümkün olduğunca kendimize saklamaya çalışıyoruz. Elbette müziğin dışında geçimimizi sağlayan işlerimiz var, çünkü daha önce de söylediğim gibi müziğimizin tutarlılığı, ticari yönünden daha önemli. Sadece yüksek satışlar elde etmek amacıyla bir albüm yaparsan asla tam olarak mutlu olamazsın, kendi istediğin albümü yapmakla kıyaslanamaz bu.
Türk gruplardan tanıdığın var mı?
Let it Flow’u dinlemek için sabırsızlanıyoruz. Onun dışında maalesef hiçbir Türk grubundan haberim yok, ama dinlemeyi çok isterim çünkü müzik hakkında çok tutkulular.
Sana yollarız bazı örnekler. Şehri gezme şansı buldunuz ama bugün, değil mi?
Evet, turist programını uygulama şansımız oldu, Sultanahmet, Kapalıçarşı falan. Burada vakit geçirebilmiş olmak ve gezmek harika, ama esas heyecanla beklediğim şey şovun kendisi tabiiki!
Mükemmel geçeceğinden eminim! Çok teşekkürler bu röportaj için!
Sana da teşekkürler ve iyi eğlenceler!
İşte yarım saat konuştuktan sonra Hamish’i pizzasıyla baş başa bıraktım ve salona döndüm. Klasik konser öncesi geyikleri ile Let it Flow’un başlamasını bekledik. Sahne aldıklarında baktık ki MDB tayfası da önümüze gelmiş grubu izliyor – tabii milletle foto çektirmekten ne kadar izleyebildilerse! :)
Ve nihayet, sonunda, My Dying Bride’ı yeniden kanlı canlı karşımdaki sahnede görme anı geldi. Konseri nasıl anlatabilirim ki? Muhteşemdi, ama ah, çok kısaydı – özlem gidermeye yetmedi, bazı beklediğim şarkılar çalınmadı…ama olsun, ne fark eder, izlediğim şey beni aldı götürdü nerelere…Neyse, konumuz bu değil, ben hemen playlist’i ekleyeyim şuraya hazır yazı çığrından çıkmışken:
(Hamish’in yazmış olduğu playlist’i kendi yazdığı gibi aynen kopyalıyorum):
The Whore
Like Gods
My Hope
Blue Lotus
Deeper Down
For You
Cry of Mankind
Catherine Blake
I Cannot Be Loved
She is the Dark
Dreadful Hours
……………………
To Remain Tombless
Turn Loose
Forever People
Konser sonrası hala The Forever People’ın vermiş olduğu hazzı yaşarken Aaron’la da biraz konuşabilmek için grubun biraz dinlenmesini bekliyordum. Fakat bir şey daha vardı istediğim: yıllar önce, Anathema buraya ilk geldiğinde MDB’a yazdıkları mesajı vermek! Olay şöyle gerçekleşmişti: Anathema’nın rehberiydim ve o dönemler MDB ile aralarının iyi olmadığı yazılır dururdu yabancı dergilerde. Ben de bunun doğru olup olmadığını sormuştum beraber yemek yediğimiz bir anda. Vincent, Rock House’un bir peçetesini alıp “Bu yazacağım mesajı onlara buraya gelirlerse ver lütfen” demişti ve şöyle yazmıştı: “Dear MDB – get fucked from us”.
Yıllarca sakladığım bu mesajı artık iletebilecektim, elçi seçmişlerdi beni ne de olsa! Ama ya araları iyiydiyse ve ben tekrar bozacaktıysam? Debora’ya fikrini sordum, o da açtı ağzını yumdu gözünü Anathema elemanları konusunda, ama MDB’ın buna kızacağını hiç sanmadığını söyledi. Andy’yi çağırdı bunun üzerine. Böyle böyle diye anlattım ve ona mesajın yazılı olduğu peçeteyi verdim. Acaip şaşırdı ve gülmeye başladı, arkadaşlarının yanına odaya girdi ve gruba “Değerli MDB üyeleri, lütfen beni dinleyin!” diye hitap ettikten sonra benim ona anlattıklarımı gruba aktardı ve ardından mesajı okudu. Grupta bir anda konser yorgunluğundan eser kalmadı, öyle bir kahkaha kopardılar ki ta dışarılardan bile duyuldu!
Çeşitli yorumlardan sonra Aaron peçeteyi istedi ama ben “Belge o, dursun bende!” diyerek vermedim. :) “O halde ben de cevap yazayım onlara, sen de bir daha geldiklerinde ilet lütfen” dedi ve masada duran bir rulo tuvalet kağıdını alıp cevap yazmak üzere koltuğuna kuruldu tekrar. “Gerçi onların okuması yoktur…” filan diye dalga geçe geçe sonunda şunu yazdı: “To Bananathema – don’t forget to sign on! Love, MDB”.
Andy’ye mutlaka peçetenin fotokopisini yollama sözü verdikten sonra da Aaron nihayetinde şimdi biraz söyleşebileceğimizi söyledi ve beraber gidip yine dışarı oturduk.
Soğuktu artık, ama ben sonunda bu son derece merak uyandıran ve karizmatik insan evladıyla birkaç çift laf konuşabileceğim için hiç de umurumda değildi iklim koşulları. Yanımda oturuyordu şimdi bu sahne için yaratılmış ve sahneyi hiç sevmeyen, çok çirkin ama çok güzel adam. Adam değil belki de, kırmızı boyalı elleri, bembeyaz teni ve teki siyah boyanmış gözleriyle fantastik bir karakterdi sanki daha çok. Zıtlıkların bir bedende, bir ruhta birleşmesinin en başarılı örneklerinden biri, en sevdiğim şairlerden biri, en özgün ve en hayranlık duyduğum “performer”lardan biri...Böyle biriyle her gün söyleşme şansı elde edemezsiniz, bu yüzden gerçekten mutluydum. Ve beni hayal kırıklığına uğratmadı, basit bir soru cevaplama işini bile bir performansa, bir gösteriye dönüştürebilen bir adam sanat için doğmamış da nedir? Bana özel ikinci bir şov yaşadım o gece ben. Ah keşke yazarken onun mimiklerini, sesinin iniş çıkışlarını, vurgularını da yansıtabilsem…
Daha oturduğumuz anda ve ben sormadan başladı anlatmaya:
Daha önce röportajı yapamadığım için kusura bakma…biliyorum ki bu işimin bir parçası, o yüzden de yapıyorum…
Sağol…
…ama onları bir konser verecekken yapmakta zorlanıyorum…
Sahne korkunu biliyorum…
…evet, konserler benim için çok zor…ve bir şov öncesi röportaj yapamıyorum, tam bir idiot gibi konuşuyorum o zamanlarda.
Zaman içerisinde azalmadı mı bu sahne korkusu?
Beter oldu! Çünkü gitgide daha iyi çalmanın gitgide zorlaştığını düşünüyorum. Her canlı çaldığında bir öncekine göre daha iyi çalmak zorundasın. Hep daha iyi olmak zorunda!
Fakat öyledir zaten, yıllar içinde edindiğin tüm tecrübeyle! Üstelik söyleme tarzın bu kadar gelişmişken!
Evet, ama her zaman işe yaramıyor…O kadar çok röportaj yapıyorum ki telefonla. Geçen hafta Paris’teydim röportajlar için, haftaya Belçika’da olacağım…O kadar çok yapıyorum ki, bir konser öncesi yapmak istemiyorum. Çünkü konsere %100 konsantre olmalıyım ve şov öncesi başka bir şey yapmak istemiyorum. Gerçekten zor oluyor.
Şimdi vakit ayırmış olman harika o yüzden. Aslında birçok şeyi Hamish’e sordum bile ama sana özel sorularım da var, öncekilerden bazılarını tekrar da sorabilirim vaktimiz olursa…Bir iltifatla değil, bir gerçekle başlamak istiyorum: tüm zamanlar içinde en sevdiğim şairler arasındasın…
Oh, teşekkür ederim…
…ve yaklaşık on yıl falan önce – kaynağını hatırlamıyorum – en iyi İngiliz şairlerinden biri seçildiğini duymuştum. Aslı astarı var mıdır bunun?
İlk kez duydum bunu! Ama kesinlikle gurur duyardım, ismimin şiirle ilgili olumlu bir şekilde anılması bana gurur verirdi, çünkü çok seviyorum!...
Evet, örneğin Shelley’i sevdiğini biliyorum. Başka?
Yaptığım işe çok emek harcıyorum…Evet, Shakespeare, Byron, Shelley…Lirikleri kolay yazmıyorum. Bu gerçekten zor bir iş. Güzel güneşli bir günde öylece oturup sözleri yazmıyorum. Öyle olmuyor. Yaptığım iş için gerçekten çok efor sarfediyorum, ve bunu yapabilmek için doğru atmosferi yaratıyorum. Bu aslında canlı çalmayı sevmememin sebeplerinden biri. Sözler bir hayli duygusal, ve ben onları yazarken duygusal bir adamım, ve çalarken de o duygusal adam oluyorum yine. Bu yüzden çalacağımız zaman röportaj da yapamıyorum, çünkü aklım başka bir yerde oluyor, ve çalacağımız zaman yaptığım röportajlar gerçekten b.ktan! Bu yüzden bunu yapmaktan vazgeçtim, çünkü o sırada aklım başka bir şey yapıyor! Cevaplarım evet-hayır-evet-hayır’dan ibaret oluyor. B.k gibi! O yüzden çalacağımız zaman artık röportaj yapmıyorum.
İnsanlar bazı acılı dönemlerden geçer ve zaman içerisinde acıları hafifler. Sen ise her seferinde sahnede yeniden yaşıyorsun bunları. Bunun zorluğu hakkında ne söyleyebilirsin?
Çok zor. Bu yüzden canlı performanslardan nefret ediyorum. Sözleri yazdığım anı bana yeniden yaşatıyorlar, ve ben o sözleri eğlence olsun diye yazmıyorum. Kalbim orada, ve sahnede herkese kalbimin içindekileri anlatmak zorunda kalıyorum. Aslında çaldıkça, zaman içerisinde kolaylaşmasını beklersin, çünkü zaman en iyi ilaçtır, ama öyle olmuyor, çünkü o adrenalin, canlı çalmanın verdiği o duygu çok farklı…açıklaması çok zor bir şey…benim için o çok duygusal bir an ve ben orada ikibin, üçbin kişi karşısında durup onlara en özel duygularımı anlatmayı sevmiyorum. Çok zor bir şey, çünkü o insanları tanımıyorsun ve biliyorsun ki bazıları gülecektir, sen ne kadar duygusal olursan ol. Birçoğu seni ve yaptığın şeyi sever, ama orada hep birileri olacaktır “Pffft! B.k!” diyecek olan. Bunu bazen açıkça görüyorsun da, ve bu canını yakıyor.
Peki zevk için istediğin bir gruba girebilsen, bir haftasonu takılacaksınız ve onların şarkılarını söyleyeceksin diyelim – o durumda da sahne korkusu hisseder miydin?
Az bir heyecan olurdu tabii, ama duygusal bağım olmayacağından, lirikleri bir başkası yazmış olacağından isterdim tabii – mesela Candlemass şarkıları, hatta Slayer şarkıları söylemek! Harika olurdu orada durup bağırmak! MDB’de hissettiğim şeyi hissetmezdim, çok ufak bir gerginlik dışında belki.
Şarkılarının çoğu mutsuz, hastalıklı veya nevrotik aşklar hakkında. Mutlu aşk yok mudur?
Mutlu aşk vardır! Hem de bolca! Ama birçok başka grup bunun hakkında şarkılar söylüyor zaten. Ve onlara bol şans! Ben, kaybedilmiş aşktan bahsetmeyi seçtim. Neden bunu seçtim bilmiyorum. İyi bir hayatım oldu. Sadece insani duyguları çok ilgi çekici buluyorum. Kaybedilmiş aşk bence çok güçlü bir şey. Milyon pop grubu iyi aşk hakkında söylüyor. Harika. Benim iyi aşk hakkında şarkı söylemeye ihtiyacım yok. Gerçi kariyerimde tamamen kötü olmayan birkaç şarkı olmalı…
…ama bayağı düşünmen gerekiyor :).
Hahaha!…Sanırım For You tamamen negatif değil...Evet, harika da değil, ama tamamen kötü bir sonu da yok – MDB’a göre, hahahaha! Çok mutlu değil ama sonunda çok büyük bir trajedi de yok...Tamamen karanlık değil.
Sana da sormak isterim: MDB’a olan ilginin azalmamasını sağlayan şey ya da gizli formül sana göre nedir? Demek istediğim, fazla değişiklik ve deneysellik arayışında değilsiniz, şu %34,…albümü dışında…
Garip aslında. İlk albümümüzden beri fazla değişmedik. Kulağa sıkıcı geliyor, hani “Onaltı yıldır aynı b.ku mu yapıyorsunuz??” gibi. Biz inanıyoruz ki tamamen aynı şeyi yapmak çok sıkıcı olurdu gerçekten. O yüzden ufak varyasyonlar yapmayı deniyoruz, melodileri daha duygusal yapmak, daha fazla tutku katmak gibi…Yaşlandıkça daha iyi müzisyenler oluyoruz. Sanırım hiç olmadığım kadar iyi bir şarkıcı ve söz yazarıyım şu anda. Yani, tamam, biz kader, ölüm ve acı hakkında şarkılar söylüyoruz, yani ilk albümde yaptığımız şeyi, ama artık çok daha olgunuz, çok daha iyi sözler yazıyoruz…demek istediğim, bu konulara daha farklı bir açıdan yaklaşabiliyoruz artık, ve bakış açısını he albümde değiştirmeye çalışıyoruz, ki insanlar yeni albümü aldıklarında “Bu da bir öncekinin aynısı olmuş!” demesinler. İnsanlar bunu söylemeye başladıklarında – bazıları hep söyleyecektir gerçi, biliyorum – ama çoğunluk bunu söylemeye başladığında, o zaman herhalde bunu yapmayı bırakırım, çünkü bu işi yapmak beni ne kadar doyursa da insanlardan olumlu geribildirim gelmesi yardımcı oluyor. İnsanların olumsuz yorumları birinin sana vurması gibi. Acı veriyor. “Lanet olsun, ben en iyisini yapmaya çalıştım ve sen karşılığında bana vuruyorsun!” diye düşünüyorsun. Gerçekten zor ve ağır bir iş bu.
Peki ileride daha başka sürprizler bekleyebilir miyiz sizden, 34,788%...Complete albümü gibi? Bu arada o albüm favorilerim arasında, Heroin Chic parçasının hastasıyım ayrıyetten!
Ben de bayılıyorum ona! Ama sorun şu…sanırım hayır. Ona benzer deneysel bir proje yapacak olsak, MDB’dan farklı bir şey, ona artık MDB demeyiz. Farklı bir isim bulurdum, yeni bir grup yaratırdım, tamamen aynı elemanlarla. Ama farklı şeyler çalıyor olurduk. Plak şirketi, sözleşmeler, avukatlarla birçok sorun yaratırdı bu, ama bana göre MDB’ın kökleri doom/gothic/death metalde yatıyor. Ve bunlar sağlam kökler! Yıllar boyu çok saygı kazandık, o yüzden bence bunu bulandırmak yanlış olur. Bunu çok seven birçok die-hard fanın var…Biz 34’ü yaparken çok severek yaptık, ama şimdi geriye bakınca belki onu bir yan proje olarak yapmalıymışız diye düşünüyorum. Ama hala çok seviyorum onu…
Ama o bariz MDB damgası taşıyordu yine de…
Evet ama ileride yine de farklı bir isimle yaparız böyle bir şeyi ancak.
Yapmak ister misin?
Kesinlikle evet!
Peki, biraz da şovdan bahsedelim. Beklentilerini karşıladı mı bu gece? Seyirci nasıldı sence, mekan, sound, her şey?...
Bence harikaydı. Daha iyisini isteyemezdim.
Sahnedeyken de söylediğin gibi…
Büyük bir seyirci kitlesi vardı. Her şarkıyı benimle birlikte söylüyorlardı. Sözleri benden daha iyi biliyorlardı hahahaha…ki bu her zaman utanç vericidir, haha…harikaydı, seyircinin oluşturdu atmosfer çok özeldi. Düşünsene, onaltı yıldır konserler veriyoruz ve Türkiye’ye ilk gelişimiz. İnanamıyorum! Ama olağanüstü bir zaman geçirdik. Geri geleceğiz, kesinlikle çok kısa süre içinde geri geleceğiz!
Umarım! Onbir yıl önce ilk kez sormuştum size Türkiye’ye gelip gelmeyeceğinizi, ki o zaman imkansız görünüyordu bu, ama sonunda gerçek oldu…Tamamen farklı bir soruya geçelim şimdi. Download etmek hakkında ne düşünüyorsun?
(Burada bir kahkaha patlatıyor!...)
Hahahahaha! (Muzip bir bakış geliyor ardından…) Ben yapıyorum. O yüzden yapılmasına kızmıyorum….Yakınlarda bir sorun yaşadım…MDB forumunda…
Şu Türk çocukla mı? :)
Evet…internetten şarkı indirilmesini engelleyemeyiz, o yüzden bunu denemeye de uğraşmam. Ama insanlar albümümüzü internetten indirip sonra forumumuza girip pek de iyi olmadığını söyledikleri zaman, işte buna karşıyım! Ben de geçmişte download ettim bazı şeyleri – ne olduğunu söylemeyeceğim :) - ve biliyorum ki bu yanlış bir şey, ama gerçekten seversem gidip alıyorum sonra zaten. Ama bazen bir şey sadece ortalamadır ve ona para harcayacak değilimdir, ama onların forumuna girip de fanlarına “Hmm, eh işte, ortalamalar sadece” demem. Bu çok kaba bir davranış.
Aslında bana göre zaten eserin tamamını, yani artwork’ü ve sözleri de incelemeden, albümü bir bütün olarak ele almadan, sadece internetten müziği indirerek, onu eleştirmek ve değerlendirmeye çalışmak yanlış bir şey…
Evet, müziği download etsen bile sözler, fotoğraflar, tüm paket eksik kalıyor…Bunlar bütünü için önemli olan şeyler, ve ben çok sık, hatta gitgide sıklaşarak, mesela Deeper Down’da olduğu gibi birçok söz yazıyorum ama hepsini söylemiyorum. Yani albümü aldığında tüm lirikleri okuyabiliyor, hikayenin tamamına ulaşıyorsun. Netten indirince sadece söylediğim sözlere ulaşıyorsun, ama daha fazla söz var aslında. Yani download olayında bazı şeyler eksik kalıyor. O yüzden canınız istiyorsa indirin albümleri, ama bütününden mahrum kalıyorsunuz, hikayenin sadece bir bölümünü duyuyor olacaksınız.
Seni bir metalhead kuşağının “ümitsizliğinin ve bedbahtlığının sesi” olarak tanımlayabilir miyiz? Böyle bir rolün olduğunu kabul eder miydin?
Sanırım başkaları benim rolümün bu olduğunu kabul ederdi. Ben eder miydim emin değilim. Kendimi bir rol model olarak görmüyorum, sadece yaptığım şeyleri yapıyorum, onları yapmak istediğim için. Ve biliyorum ki bazı insanlar “Sen bir rol modelsin ve bu yüzden hatırlamalısın ki yaptıkların başka insanları etkileyecektir” diyebilirler. Ama ben bunu yapamam. Yaptığım şeyler, yapmam gereken şeylerdir. Başka insanlara ne yaptıkları umurumda değil. Biliyorum bu yanlış, ama gerçekten çok ama çok üzgün, melankolik bir şarkı söylediğim zaman birilerinin bana “Bunları söylemeni istemiyorum çünkü çocuklarım intihar edebilir” demesini istemiyorum. Ben bir sanatçıyım. Yaptığım şeyleri yapmak zorundayım. Acı verici olsalar bile yapmak zorundayım, bu yönde yaratıcı olmalıyım. Ve yanlışsa, o zaman beni tutuklayın, hapse gönderin. Ama durmayacağımdır. Kendimi bu şekilde ifade etmek zorundayım. Bazılarının “Yaptığın her şey harika, bana çok ilham verdin, kendi hareketimi başlattım” demesi çok güzel, ama ben sadece “Oh, çok teşekkürler!” diye düşünürüm, bir rock tanrısı olduğumu falan değil. İlham vermek güzel, ama asla rock star gibi davranmam, yapamam. Sadece mecbur olduğumdan yapıyorum yaptıklarımı.
Peki sana ilham verenler kimler?
Müzikal açıdan sanırım Dead Can Dance, Celtic Frost, Candlemass, Slayer, Bathory - extreme müzik deyince eski kafalıyım biraz. Daha yakın zamanlarda diyecek olursak, Nick Cave and the Bad Seeds’in büyük bir fanıyım, çok büyük. Çok etkilemiştir. Ayrıca Swans’ın üzerimdeki etkisi büyüktür. Ama ilham her yerden gelir, filmler, kitaplar…İlla müzik olmak zorunda değil. Mesela sinema’da bir film izliyor ve ekranda gördüğüm birşey hakkında “Bu harika bir fikir!” diye düşünüyorsam, onu bir MDB şarkısına dönüştürmeyi düşünebiliyorum, bunun üzerinde gider çalışırım. Ve bazen bir hikayeyi aslıyla tüm benzerliğini kaybedecek şekilde değiştirebilirim, ama onlar ilhamı vermiştir ve ben ondan farklı bir şey yaratmışımdır. Her yerden ilham almayı seviyorum.
“The Hunger” filmini sevdiğini biliyoruz. Ben de tam bu aralar bir arkadaştan ödünç aldım ama henüz izlemedim onu. Nesini seviyorsun?
Aslında artık eski bir film sayılacağı için biraz etkisinden kaybediyor, ama müzikler inanılmaz. Evet, müzik inanılmaz, imgeler inanılmaz…Ridley Scott’un kardeşi Tony yönetmiş. Harika bir görüşü ve bakış açısı var. David Bowie, Susan Sarandon ve Catherine Deneuve oynuyorlar ve çok görkemli, tutku dolu bir film. Evet, seksi bir film. Ve müzik gerçekten muhteşem. İnsanlar ölürken klasik müzik çalıyor, ama son derece güçlü bir duyguyla dolu. Bana göre tüm zamanların en iyi filmleri arasında ama herkes onu görmezden geliyor.
Senin sözlerini hatırlayarak izleyeceğim o halde! Vaktimiz daralıyor ama sormadan edemeyeceğim – gerçek işin nedir? kendini ne olarak tanıtıyorsun ? :)
Ben kendime…
…sanatçı diyorsun elbette :), ama onun dışındaki tanımlaman nedir?
…hahaha tabiiki, ama diğerinin adı (ki burayı olduğu gibi bırakıyorum) “logistics administrator”. (Bunu acaip bir hava katarak söylüyor, süper karizma geliyor kulağa!)
Haha, kulağa cool geliyor!
İnan hiç değil. Ama zaten bunu pek konuşmuyorum, çünkü müzikle alakası yok.
Merak işte.
Yani, aslında istesek sırf grupla geçinebilirdik, eğer ebeveynlerimizle oturuyor olsaydık. Biz kült bir grubuz, çok para kazanmıyoruz. Bu yüzden eğer güzel bir ev, araba ve aile istiyorsak işlere ihtiyacımız var. Bu kadar basit. Bizim yaptığımız kült, underground bir müzik. Dünyanın değişik yerlerinde çok popüler olduğumuzu biliyorum, ama hala underground’uz. Ve para berbat! Ama para bizi hiç ilgilendirmiyor, çünkü bu müziği yapmayı seviyoruz. Fakat iyi bir hayat sürmek istiyorsan çalışmak zorundasın, biz de bunu yapıyoruz.
Sana İngiliz Dili ve Edebiyatı öğretmek çok yakışırdı, ne dersin?
Sanmam, çünkü o zaman zevksiz hale gelir, çünkü işin olmuştur artık, ama bana göre edebiyatla her gün uğraşmak istemezsin. Ağırdır çünkü. Doğru an geldiğinde o ağır edebiyatı okursun. Ama her gün yapmayı asla istemezdim, tüm zevkini yok ederdi. Öğretmek zorunda olsaydım herhalde asla bir daha Byron okumak istemezdim.
Burada artık önümüzde duran minibüse eşyalar yüklenmeye başlıyor, grup da binmeye – eh, biz de artık söyleşimizi kesip vedalaşıyoruz. Hepsine tekrar teşekkür ediyorum muhteşem bir gece için ve iyi yolculuklar da diledikten sonra tekrar görüşmek üzere ayrılıyorum oradan.
Gönül daha öve öve bitirememek isterdi ama bakıyorum da en azından bitirememe kısmını başarmışım, o halde kesebilirim burada. Övme kısmına siz devam edin benim için.
Eveeeeet, mantık dışı uzunluktaki yazımın sonuna gelirken hatırlatmak isterim ki sevgili okur, bu bir doomdeath grubu yazısı/söyleşisiydi – eh, uzun ve acı verici olmasaydı konsepte uymazdı. Tüm kaygım budur.
Hadi yat şimdi biraz okurcan, astigmatın geçsin. Havuç ye bir de. Havış.
Seyda “Abigail” Babaoğlu
Yorumlar
Yorum Gönder