Overkill 2003 Konseri
Deli Kasap için yazıldı:
OVERKILL “TOURBOX 13”: İlk durak İstanbul
Detay ve “magazin” meraklıları buraya!...İşte Overkill’in yardımcısı ve rehberi olarak geçirdiğim üç günden akılda kalanlar:
Perşembe, 6.11.2003
Rehber arkadaşım Peter ve ben havaalanına gidip grubu aldık, otele götürdük. Minibüste yanımda oturan Tim Mallare ile ilk Türkiye maceralarının geyiğini yaptık. Ben o konseri Almanya’da olduğum için kaçırmıştım ama Cenk (Turanlı) onlarla konser sonrası sabahın dördünde Sultanahmet camiine gidip imamı filan uyandırmış ve camii gezdirmişti, sonra da Kızılkayalar’da dürüm yedirmişti. Tim hepsini hatırlıyordu. Tim ile soyadının nasıl okunması gerektiğini konuşurken aslında Filipin kökenli olduğu için orijinalinde “mal-la-re” olduğunu, ama babasının onu sonradan amerikanlaştırıp “ma-lı-ri” yaptığını öğrendim.
Otele yerleştik, ben ve Cenk D.D. Verni’nin yanındaki odada kalıyorduk. Bu arada grubun bir de iki alman arkadaşı gelmişti. Bunlardan Claudia olanı Blitz’in 18 yıllık mı ne kankasıydı, grubu çok iyi tanıdığı için D.D.’ye ufak bir sürprizi vardı: ona m&ms adlı çikolatalı drajelerden getirmişti burada bulamayacağını düşünerek. Zaten grup tatlıya bir hayli düşkün. Millet içki ve benzerleri için can atarken onlar Browni’ye, m&ms’e filan bayılıyor, bir de filtre kahveye...Rakınrolda zararlı alışkanlıklar neredeyse olmazsa olmazlardan sayılıyor bilindiği üzre ama böylesi de çok şeker doğrusu. :)
Akşam yemeğini otelde yedik. Yemek sonrası Türk kahvesi geldi, fakat D.D. bunu fazlasıyla acı buldu. Yine de yüzünü buruşturarak da olsa içmek için gayret gösterdi, hatta sonunda sound engineer’leri olan Claire’in bir de kahve falına baktı! Görülmeye değerdi!!
Bildiğiniz gibi grup ikinci gitaristleri olmadan gelmek zorunda kalmıştı, zira eşi çok hastaydı ve onun yanında olmak istiyordu. Bu durumda grubun bir prova yapması gerekiyordu ve bu iş için Stüdyo La ile anlaşılmıştı. Ancak bir sorun daha vardı: grubun gitarları rötarlı geliyordu. Ama sorun çözüldü, Cenk kendi basını D.D.’ye, Barış da (Ex-Antisilence) gitarını Dave Linsk’e verdi. Stüdyoyu beğendiler, gitarları daha da çok beğendiler ve çok zevkli, çok eğlenceli bir prova gerçekleşti. Bizim için ise özel bir konser gibi geçti bu gece, unutulmaz anlardı gerçekten. Bu arada Güven Erkin Erkal da bir çekim gerçekleştirdi. Sağlığına ve uykusuna çok dikkat eden Blitz işini bitirdiğinde onu otele yolladık, diğerleri daha devam etti. Bu arada Tim Mallare Cenk’i görünce hemen “We’re mosque buddies!” diyerek kendilerini kimin Sultanahmet’e götürmüş olduğunu anımsadığını göstererek gülüşmelere sebep oldu.
Sonunda otele doğru yola çıktık. Yolda D.D. bana Metallica ve Mercyful Fate ile ilgili konser anılarını anlatıyor, Dave de “Grandmaaaa!!...” diye King taklidi yapıyordu. Hatta o kadar ki D.D.’nin aklına takıldı şarkı, “Öff, şimdi sabaha kadar döner durur bu kafamın içinde” diye sitem etti. Otele vardığımızda gitarlar da gelmişti ve herkes rahat bir nefes aldı. D.D. bu sırada bana minibüste daha önce anlatmaya başladığı ama bitiremediği bir hikayeyi anlatmaya devam ediyordu. Üç ve dokuz yaşındaki iki kızından küçük olanının, Olivia’nın, bir gün evin içinde yok olduğunda yaşadığı panikle ve sonra onu nasıl bulduğuyla ilgiliydi. Yatak odasının dolabına girmişti ve babası ona seslendikçe “Hmm, babam bağırıyor, demek ki dışarı çıkmamam daha iyi olur” diye düşünmüş olmalıydı çünkü orada sessizce beklemeyi yeğlemişti. Ben fotoğrafları var mı diye sorunca hemen cüzdanından birkaç resim çıkardı, gerçekten de süper şirin kızları var. Melek yavrusu gibiler.
Bu günden akılda kalan bir diğer nokta Mallare’nin soğuk havaya rağmen ısrarla şortla dolaşmasıydı. Blitz de “Biz Jersey’liyiz, üşümeyiz” diye açıklıyordu olayı. Yine de “Ya Türkiye sıcak bir ülke diil miydi ya” diyerek şaşkınlıklarını dile getirdiler, ben de “evet, yazın!” diyerek kendilerini aydınlatınca baya güldük.
Minibüs yolculuklarımızda Mallare, DD ve Blitz’in ilgi ve alakaları genellikle İslam üzerineydi – bir günde kaç kere ezan okunduğu (“Ne??? Her gün BEŞ kere mi!!!!?”), orucun nasıl ve ne kadar süreyle tutulduğu (“Ne??? SU da mı içemiyorsun !!!!?”) filan gibi.
Bu arada beni şahsi olarak mutlu eden bir diğer konu da DD’nin üzerimdeki kendi yapımım olan Mercyful Fate tişörtünü çok beğenmiş olmasıydı. Herneyse, artık yatma vakti çoktan gelmiş geçiyordu. Ertesi gün uzun bir gün olacaktı, hemen uyuduk mışıl diye.
Cuma, 7.11.2003
Kahvaltıyı Claire ve Cenk ile yaptık, diğerleri birşey yemeyip uyumayı tercih ettiler. 9.30’da Cenk’le crew Venue’ye gittiler. Kahvaltıdan sonra odaya çıktım biraz daha takılmak için, o sırada Dave şıpıdık parmakarası terlikleriyle dolanıyordu ortalıkta. Daha vaktimiz var diyince yine uyumaya gitti. Blitz ise kahvaltı etmemişti, kankasıyla oturmak için aşağı iniyordu asansörde karşılaştığımızda.
Ben biraz dergi filan okudum, sonra sıkılıp lobiye indim. Bobby ve Claudia muhabbet ediyordu, yanlarında diğer Alman kız ve RTN’den arkadaşımız Çağlar vardı. Bir süre sonra Bobby’le çok eğlenceli bir muhabbete daldım. Amerika ve Türkiye’den konuştuk bol bol, gayet mantıklı fikirleri vardı. Örneğin Amerika’nın bir “melting pot” olmasının büyük bir şans olduğunu, dinlerin ve kültürlerin Amerika’daki gibi birarada yaşamasının savaşları azaltabileceğini, buna rağmen herkesin asgari’de birleşebilmesi için oraya gelenlerin uyum sağlamaya çalışmaları gerektiği, en azından İngilizce öğrenmelerinin şart olduğunu düşünüyordu Blitz. “Biz şimdi İstanbul’a yerleşip bir Overkill mahallesi kursak, sonra da bizimle anlaşabilmeleri için bütün Türklerin İngilizce öğrenmelerini beklesek bu tabii ki tepkiyle karşılanırdı. Biz eğer diğerleriyle anlaşabilmek istiyorsak, bizim Türkçe öğrenmemiz gerekirdi. Aynı şey Amerika’ya gelenler için de geçerli” diye anlatıyordu düşüncelerini. Almanya’daki Türklerden örnek vererek ben de ona katıldığımı söyledim.
Bu arada dur durak bilmeksizin sigara içiyordu Blitz, günde 1-1,5 paketi buluyormuş. Otelde filtre kahve olmadığından sevmeye sevmeye Nescafe de içiyordu ve Türkler en çok bunu mu seviyor diye soruyordu.
Ben dinlediği müzikleri merak ettim, tahmin edebileceğiniz gibi sadece metal dinlemiyormuş, ruh haline ya da yapmakta olduğu işe göre seçiyormuş dinleyeceği müziği, ama motosikletleriyle uğraşırken ille de Rolling Stones dinlermiş.
Benim yaptığım işi merak etti, ben de ona öğretmenlik anlattım. “Ne güzel, metal sayesinde öğrencilerinle aranda sıkı bir bağ oluşuyordur” diye doğru bir tahminde bulundu, ben de ona bazı örnekler verdim, örneğin Sepultura konserinde olanları (bkz. Delikasap Sayı 20) ve sonrasını anlattım, çok güldük.
Bir konudan daha bahsetti ki takdire değerdi. Motosiklet kulübündeki arkadaşlarıyla bir çeşit suçlu gençleri yeniden topluma kazandırma projesinde çalışıyorlarmış. Onları ziyaret edip uyuşturucu ve benzeri “yardımcı” maddeler olmadan da başarılı olunabileceği konusunda onlara telkinde bulunuyor ve kendileri de bu konuda canlı örnek teşkil ediyorlarmış. Bütün bunları yaparken asla Overkill’in adını vermiyor, sadece bu yaşında bile bir grupta çaldığını ve uyuşturucu ya da alkol olmaksızın yine de gayet başarılı olduğunu söylüyormuş.
Artık D.D. ve Dave de gelmişlerdi. Bugün üzerimde King Diamond tişörtüm vardı ve bu da D.D.’nin gözünden kaçmadı, bunu da çok beğendiğini söyledi. Roadie’lerden Eric de sabah “Sen galiba büyük bir King fanısın” demişti, ben de “Evet, en büyüğü!” diyerek Overkill ve tayfasının belleklerinde bile “Türkiye’deki manyak King’ci” olarak anılma işini garantiye almıştım. :)
En son Tim geldi – yine sortla tabii, bu arada Dave de yarı çıplak sayılırdı – ve hepimiz minibüse yerleşip saat 12.00 gibi Venue’ye doğru soundcheck için yol almaya başladık. Tim yine sessizdi, hatta yol boyunca uyukladı biraz. Diğerleriyle konuşarak vakit geçirdik, Venue’ye vardığımızda ise kapıda bekleyen 5-6 fan vardı. “Helal olsun, metalci dediğin sabahtan gider bekler işte böyle” dedik orada bizi beklemekte olan Çağlan’la ve eski günleri andık hemen.
Blitz, odaya yerleştikten sonra Venue’yü çok beğendiğini ve Avrupa’daki birçok konser mekanından daha güzel olduğunu söyledi. Bu arada bazı davul parçalarının gelmesini beklememiz gerekiyordu. Blitz bu süreyi değerlendirerek merchandise’ları ayırıp fiyatlarını belirlemeye başlamıştı bize de danışarak. Beyaz logolu tişörtleri özellikle burası için yaptırmışlar, daha ucuz olur da millet alabilir diye. “Al bunu çantana koy” diyerek girlie’lerden birini verdi bana, süper bir jestti doğrusu. Yunanistan’da D.D.’nin kardeşlerinden biri onlara katılıp merchandise ile ilgilenecekmiş. Bu arada D.D.’ye sadece annesinin “Carlo” olan gerçek adıyla seslendiğini de ekleyelim.
Neyse efendim, Overkill’in odasında vakit geçirdik. Bobby başından geçen birçok olayı anlattı. Bunlardan en dokunaklı olanı hastalığı ile ilgili olanıydı. Yüzünde koca bir delikle sargılar içinde üç hafta boyunca yatağında yatarken biri ayakucunda, diğeri yanıbaşında nöbet tutan, gözlerini asla ondan ayırmayan ve onun acılarını birebir hisseden köpeklerini anlattı ve onlardan asla kopamayacağını ekledi. Ayrıca yaşadığı yerde ormanlık alanın çok yakın olmasından dolayı ortalıkta gezinen rakunlardan ve ayılardan, evet, yanlış okumadınız, ayılardan (!) bahsetti. Bir ara bir anne ayı ve iki yavrusu her gün aynı saatte Ellsworth’lerin bahçesinden geçmeyi adet edinmişler. Bunu ilk farketmesi bir gün yavruların bahçedeki ağaçlardan birine çıkmış olmasıyla olmuş. Aşağıda köpekleri havlayıp duruyormuş. Evden çıkıp durumu gözden geçirmek isterken anne ayı ortaya çıkmış, neyse ki kimseye birşey olmadan kovalamaca sona ermiş! Bir başka ayı ise her gün gelip garajin yanındaki çöpü karıştırmaya başlamış bir aralar, ancak bir gün yanlışlıkla fazla acı olduğu için olduğu gibi çöpe döktükleri Chili’yi yedikten sonra bir daha oralara uğramamış!!
Soudcheck süperdi, konserden önce resmen konseri yaşamış kadar olduk. Sonrasında Dave bana gelip penasını verdi, daha önce istemiştim, unutmamış, ne büyük incelik! :)
Venue’de işimiz bitince sıra Mephisto’daki imza gününe gelmişti. Oraya geçikmeli olarak vardığımızda bir alay metalci kötü havaya rağmen hala beklemekteydi. Sıraya girildi, imzalar alınmaya, fotoğraflar çekilmeye başlandı. Bu arada Aptülika’nın hediyesi olan karikatürlere grup çok sevindi, çünkü önceki gün ilk Türkiye ziyaretlerinde gördükleri tam da bu karikatürleri hatırlayıp muhabbetini yapmışlardı. “Köstebek” Faruk onlara bu hediyeyi ulaştırınca hepsi birer kopyasını alıp çerçeveleteceklerini söylediler.
İmza faslı bitince Mephisto’nun üst katında yemek yenildi. Bu arada Blitz ona bazı Türkçe cümleler öğretmemi istedi, ben de istediklerini bir kağıda yazdım. Daha sonra ben Güven’in programı için grupla bir röportaj yaptım, çok eğlenceliydi. Son olarak CD alışverişi yapıldı, Tim “System of a Down” aldı, D.D. ise “Chicago”. Oradan otele dönüp yaklaşık 45 dakika sonra tekrar Venue’ye doğru yola çıktık.
Venue’de onlar üzerlerini değiştirirken biz de webmaster’imiz Erdem’le yukarı çıktık. “Balkon”dan grubun sahne alışını izledik, müthişti, ama bunu herkes biliyor zaten. Biraz sonra Erdem’le aşağı inip basının boşaltmış olduğu photo pit’ten izledik konseri bir süre. Orada Blitz’in ayağının dibinden birkaç fotoğraf çektim, ama en eğlenceli kısmı Erdem’le sahnede tam bir ilaha dönüşmüş olan DD’ye “tapınmamızdı”. Bir süre sonra yine yukarı çıkıp konseri sonuna kadar oradan izledik. Hem sahne, hem de seyirci oradan harika görünüyordu. Blitz, Türkçe cümlelerin yazılı olduğu kağıdı yere yapıştırmıştı ama anlaşılan okuyamıyordu. “Daha?” diye sormak isterken “Hada?” demesi bunu kanıtlıyordu...Yine de konser inanılmaz “gaz”dı ve bize nefis vakit geçirtti. Bitirirken Blitz’in bana bakıp, sırıtıp ona yaptığım “çapraz mosh” hareketini taklit ederek beni “özel olarak” selamlaması da hoşuma gitmedi değil doğrusu!...
Ne yazık ki sonradan Tim’in davulla bazı sorunlar yaşamış olduğunu ve bundan dolayı biraz sinirli olduğunu öğrenip üzüldük, ama siniri çabuk geçti ve grubu dinlenebilmeleri için otele yolladık. Biz, yani RTN production team, bir durum değerlendirmesinden sonra crew ile birlikte otele döndük. Yorgunluktan ölüyorduk ve grubun da öyle olmasını gizliden gizliye ümit ediyorduk. Blitz ve Tim yatmışlardı hakikaten, fakat lobide birer çiğ tanesi kadar taze Dave ve DD bizim yolumuzu gözlüyorlardı. “Amerika’da saat daha 8, hiç uykumuz yok ki, hadi bizi rock bar’a götürün” diye bir istekte bulundular. “E ama Türkiye’de saat 3! Bizim uykumuz var ki” diyemedik, aldık arkadaşları Caravan’a götürdük. Pek kalabalık değildi orası, bir masaya yerleştik, Overkill’in geldiğini görenler tabii ufak bir imza olayına girdiler yine. Video klip gösterimi ilginç geldi elemanlara, bu arada D.D. ile bazı zevklerimizin benzeştiğini de gördük. Pantera seviyordu kendisi, ama o da Power metal’e hiç dayanamıyordu. “Kılıçlardan, ejderhalardan bahsetmiyorlar mı, uyuz oluyorum” diye dile getiriyordu duygularını.
Daha sonra Caravan kapandı, karınlar da acıkmıştı, böylece önceki gelişlerinden görür görmez hatırladıkları Kızılkayalar’a gidildi. Dave ayran’ın tadına bakıp “feci birşey bu” diye öğürdü, D.D.’nin de denemesini istedi, o da “üff, sirke gibi birşeymiş” diye geri verdi bize. Zevkler bazı konularda çok farklı olabiliyor tabii...
Burada Dave’in de dünya güzeli bebelerinin fotoğraflarını gördük. Tüm ailenin burçlarını dövme yaptırmıştı orasına burasına. Ayrıca otele gidince bize kendi grubunun CD’sini vereceğini, birbirimize çekebileceğimizi söyledi. Yanında fazla yokmuş zira. Öyle de yaptı hakikaten. Grubun adı Speed Kill Hate, thrash yapıyorlar, CD’ye ayrıca bir de klip koymuşlar. Güzel bir tanıtım yöntemi, ver millete “birbirinize çekin” de...
Bir saat uyuduktan sonra kalkıp lobide buluştuk, son fotolarımızı çektik, D.D.’den pena almayı da ihmal etmedim elbet, sonra da herkesle sarılıp vedalaştık ve arkadaşları Yunanistan’a doğru yolcu ettik. Bir konser heyecanı daha bitmişti böylece, güzel anılar bırakarak geride. İçimi bir hüzün kapladı, gittim uyudum (iyi geldi:)).
Seyda “Abigail” Babaoğlu
OVERKILL “TOURBOX 13”: İlk durak İstanbul
Detay ve “magazin” meraklıları buraya!...İşte Overkill’in yardımcısı ve rehberi olarak geçirdiğim üç günden akılda kalanlar:
Perşembe, 6.11.2003
Rehber arkadaşım Peter ve ben havaalanına gidip grubu aldık, otele götürdük. Minibüste yanımda oturan Tim Mallare ile ilk Türkiye maceralarının geyiğini yaptık. Ben o konseri Almanya’da olduğum için kaçırmıştım ama Cenk (Turanlı) onlarla konser sonrası sabahın dördünde Sultanahmet camiine gidip imamı filan uyandırmış ve camii gezdirmişti, sonra da Kızılkayalar’da dürüm yedirmişti. Tim hepsini hatırlıyordu. Tim ile soyadının nasıl okunması gerektiğini konuşurken aslında Filipin kökenli olduğu için orijinalinde “mal-la-re” olduğunu, ama babasının onu sonradan amerikanlaştırıp “ma-lı-ri” yaptığını öğrendim.
Otele yerleştik, ben ve Cenk D.D. Verni’nin yanındaki odada kalıyorduk. Bu arada grubun bir de iki alman arkadaşı gelmişti. Bunlardan Claudia olanı Blitz’in 18 yıllık mı ne kankasıydı, grubu çok iyi tanıdığı için D.D.’ye ufak bir sürprizi vardı: ona m&ms adlı çikolatalı drajelerden getirmişti burada bulamayacağını düşünerek. Zaten grup tatlıya bir hayli düşkün. Millet içki ve benzerleri için can atarken onlar Browni’ye, m&ms’e filan bayılıyor, bir de filtre kahveye...Rakınrolda zararlı alışkanlıklar neredeyse olmazsa olmazlardan sayılıyor bilindiği üzre ama böylesi de çok şeker doğrusu. :)
Akşam yemeğini otelde yedik. Yemek sonrası Türk kahvesi geldi, fakat D.D. bunu fazlasıyla acı buldu. Yine de yüzünü buruşturarak da olsa içmek için gayret gösterdi, hatta sonunda sound engineer’leri olan Claire’in bir de kahve falına baktı! Görülmeye değerdi!!
Bildiğiniz gibi grup ikinci gitaristleri olmadan gelmek zorunda kalmıştı, zira eşi çok hastaydı ve onun yanında olmak istiyordu. Bu durumda grubun bir prova yapması gerekiyordu ve bu iş için Stüdyo La ile anlaşılmıştı. Ancak bir sorun daha vardı: grubun gitarları rötarlı geliyordu. Ama sorun çözüldü, Cenk kendi basını D.D.’ye, Barış da (Ex-Antisilence) gitarını Dave Linsk’e verdi. Stüdyoyu beğendiler, gitarları daha da çok beğendiler ve çok zevkli, çok eğlenceli bir prova gerçekleşti. Bizim için ise özel bir konser gibi geçti bu gece, unutulmaz anlardı gerçekten. Bu arada Güven Erkin Erkal da bir çekim gerçekleştirdi. Sağlığına ve uykusuna çok dikkat eden Blitz işini bitirdiğinde onu otele yolladık, diğerleri daha devam etti. Bu arada Tim Mallare Cenk’i görünce hemen “We’re mosque buddies!” diyerek kendilerini kimin Sultanahmet’e götürmüş olduğunu anımsadığını göstererek gülüşmelere sebep oldu.
Sonunda otele doğru yola çıktık. Yolda D.D. bana Metallica ve Mercyful Fate ile ilgili konser anılarını anlatıyor, Dave de “Grandmaaaa!!...” diye King taklidi yapıyordu. Hatta o kadar ki D.D.’nin aklına takıldı şarkı, “Öff, şimdi sabaha kadar döner durur bu kafamın içinde” diye sitem etti. Otele vardığımızda gitarlar da gelmişti ve herkes rahat bir nefes aldı. D.D. bu sırada bana minibüste daha önce anlatmaya başladığı ama bitiremediği bir hikayeyi anlatmaya devam ediyordu. Üç ve dokuz yaşındaki iki kızından küçük olanının, Olivia’nın, bir gün evin içinde yok olduğunda yaşadığı panikle ve sonra onu nasıl bulduğuyla ilgiliydi. Yatak odasının dolabına girmişti ve babası ona seslendikçe “Hmm, babam bağırıyor, demek ki dışarı çıkmamam daha iyi olur” diye düşünmüş olmalıydı çünkü orada sessizce beklemeyi yeğlemişti. Ben fotoğrafları var mı diye sorunca hemen cüzdanından birkaç resim çıkardı, gerçekten de süper şirin kızları var. Melek yavrusu gibiler.
Bu günden akılda kalan bir diğer nokta Mallare’nin soğuk havaya rağmen ısrarla şortla dolaşmasıydı. Blitz de “Biz Jersey’liyiz, üşümeyiz” diye açıklıyordu olayı. Yine de “Ya Türkiye sıcak bir ülke diil miydi ya” diyerek şaşkınlıklarını dile getirdiler, ben de “evet, yazın!” diyerek kendilerini aydınlatınca baya güldük.
Minibüs yolculuklarımızda Mallare, DD ve Blitz’in ilgi ve alakaları genellikle İslam üzerineydi – bir günde kaç kere ezan okunduğu (“Ne??? Her gün BEŞ kere mi!!!!?”), orucun nasıl ve ne kadar süreyle tutulduğu (“Ne??? SU da mı içemiyorsun !!!!?”) filan gibi.
Bu arada beni şahsi olarak mutlu eden bir diğer konu da DD’nin üzerimdeki kendi yapımım olan Mercyful Fate tişörtünü çok beğenmiş olmasıydı. Herneyse, artık yatma vakti çoktan gelmiş geçiyordu. Ertesi gün uzun bir gün olacaktı, hemen uyuduk mışıl diye.
Cuma, 7.11.2003
Kahvaltıyı Claire ve Cenk ile yaptık, diğerleri birşey yemeyip uyumayı tercih ettiler. 9.30’da Cenk’le crew Venue’ye gittiler. Kahvaltıdan sonra odaya çıktım biraz daha takılmak için, o sırada Dave şıpıdık parmakarası terlikleriyle dolanıyordu ortalıkta. Daha vaktimiz var diyince yine uyumaya gitti. Blitz ise kahvaltı etmemişti, kankasıyla oturmak için aşağı iniyordu asansörde karşılaştığımızda.
Ben biraz dergi filan okudum, sonra sıkılıp lobiye indim. Bobby ve Claudia muhabbet ediyordu, yanlarında diğer Alman kız ve RTN’den arkadaşımız Çağlar vardı. Bir süre sonra Bobby’le çok eğlenceli bir muhabbete daldım. Amerika ve Türkiye’den konuştuk bol bol, gayet mantıklı fikirleri vardı. Örneğin Amerika’nın bir “melting pot” olmasının büyük bir şans olduğunu, dinlerin ve kültürlerin Amerika’daki gibi birarada yaşamasının savaşları azaltabileceğini, buna rağmen herkesin asgari’de birleşebilmesi için oraya gelenlerin uyum sağlamaya çalışmaları gerektiği, en azından İngilizce öğrenmelerinin şart olduğunu düşünüyordu Blitz. “Biz şimdi İstanbul’a yerleşip bir Overkill mahallesi kursak, sonra da bizimle anlaşabilmeleri için bütün Türklerin İngilizce öğrenmelerini beklesek bu tabii ki tepkiyle karşılanırdı. Biz eğer diğerleriyle anlaşabilmek istiyorsak, bizim Türkçe öğrenmemiz gerekirdi. Aynı şey Amerika’ya gelenler için de geçerli” diye anlatıyordu düşüncelerini. Almanya’daki Türklerden örnek vererek ben de ona katıldığımı söyledim.
Bu arada dur durak bilmeksizin sigara içiyordu Blitz, günde 1-1,5 paketi buluyormuş. Otelde filtre kahve olmadığından sevmeye sevmeye Nescafe de içiyordu ve Türkler en çok bunu mu seviyor diye soruyordu.
Ben dinlediği müzikleri merak ettim, tahmin edebileceğiniz gibi sadece metal dinlemiyormuş, ruh haline ya da yapmakta olduğu işe göre seçiyormuş dinleyeceği müziği, ama motosikletleriyle uğraşırken ille de Rolling Stones dinlermiş.
Benim yaptığım işi merak etti, ben de ona öğretmenlik anlattım. “Ne güzel, metal sayesinde öğrencilerinle aranda sıkı bir bağ oluşuyordur” diye doğru bir tahminde bulundu, ben de ona bazı örnekler verdim, örneğin Sepultura konserinde olanları (bkz. Delikasap Sayı 20) ve sonrasını anlattım, çok güldük.
Bir konudan daha bahsetti ki takdire değerdi. Motosiklet kulübündeki arkadaşlarıyla bir çeşit suçlu gençleri yeniden topluma kazandırma projesinde çalışıyorlarmış. Onları ziyaret edip uyuşturucu ve benzeri “yardımcı” maddeler olmadan da başarılı olunabileceği konusunda onlara telkinde bulunuyor ve kendileri de bu konuda canlı örnek teşkil ediyorlarmış. Bütün bunları yaparken asla Overkill’in adını vermiyor, sadece bu yaşında bile bir grupta çaldığını ve uyuşturucu ya da alkol olmaksızın yine de gayet başarılı olduğunu söylüyormuş.
Artık D.D. ve Dave de gelmişlerdi. Bugün üzerimde King Diamond tişörtüm vardı ve bu da D.D.’nin gözünden kaçmadı, bunu da çok beğendiğini söyledi. Roadie’lerden Eric de sabah “Sen galiba büyük bir King fanısın” demişti, ben de “Evet, en büyüğü!” diyerek Overkill ve tayfasının belleklerinde bile “Türkiye’deki manyak King’ci” olarak anılma işini garantiye almıştım. :)
En son Tim geldi – yine sortla tabii, bu arada Dave de yarı çıplak sayılırdı – ve hepimiz minibüse yerleşip saat 12.00 gibi Venue’ye doğru soundcheck için yol almaya başladık. Tim yine sessizdi, hatta yol boyunca uyukladı biraz. Diğerleriyle konuşarak vakit geçirdik, Venue’ye vardığımızda ise kapıda bekleyen 5-6 fan vardı. “Helal olsun, metalci dediğin sabahtan gider bekler işte böyle” dedik orada bizi beklemekte olan Çağlan’la ve eski günleri andık hemen.
Blitz, odaya yerleştikten sonra Venue’yü çok beğendiğini ve Avrupa’daki birçok konser mekanından daha güzel olduğunu söyledi. Bu arada bazı davul parçalarının gelmesini beklememiz gerekiyordu. Blitz bu süreyi değerlendirerek merchandise’ları ayırıp fiyatlarını belirlemeye başlamıştı bize de danışarak. Beyaz logolu tişörtleri özellikle burası için yaptırmışlar, daha ucuz olur da millet alabilir diye. “Al bunu çantana koy” diyerek girlie’lerden birini verdi bana, süper bir jestti doğrusu. Yunanistan’da D.D.’nin kardeşlerinden biri onlara katılıp merchandise ile ilgilenecekmiş. Bu arada D.D.’ye sadece annesinin “Carlo” olan gerçek adıyla seslendiğini de ekleyelim.
Neyse efendim, Overkill’in odasında vakit geçirdik. Bobby başından geçen birçok olayı anlattı. Bunlardan en dokunaklı olanı hastalığı ile ilgili olanıydı. Yüzünde koca bir delikle sargılar içinde üç hafta boyunca yatağında yatarken biri ayakucunda, diğeri yanıbaşında nöbet tutan, gözlerini asla ondan ayırmayan ve onun acılarını birebir hisseden köpeklerini anlattı ve onlardan asla kopamayacağını ekledi. Ayrıca yaşadığı yerde ormanlık alanın çok yakın olmasından dolayı ortalıkta gezinen rakunlardan ve ayılardan, evet, yanlış okumadınız, ayılardan (!) bahsetti. Bir ara bir anne ayı ve iki yavrusu her gün aynı saatte Ellsworth’lerin bahçesinden geçmeyi adet edinmişler. Bunu ilk farketmesi bir gün yavruların bahçedeki ağaçlardan birine çıkmış olmasıyla olmuş. Aşağıda köpekleri havlayıp duruyormuş. Evden çıkıp durumu gözden geçirmek isterken anne ayı ortaya çıkmış, neyse ki kimseye birşey olmadan kovalamaca sona ermiş! Bir başka ayı ise her gün gelip garajin yanındaki çöpü karıştırmaya başlamış bir aralar, ancak bir gün yanlışlıkla fazla acı olduğu için olduğu gibi çöpe döktükleri Chili’yi yedikten sonra bir daha oralara uğramamış!!
Soudcheck süperdi, konserden önce resmen konseri yaşamış kadar olduk. Sonrasında Dave bana gelip penasını verdi, daha önce istemiştim, unutmamış, ne büyük incelik! :)
Venue’de işimiz bitince sıra Mephisto’daki imza gününe gelmişti. Oraya geçikmeli olarak vardığımızda bir alay metalci kötü havaya rağmen hala beklemekteydi. Sıraya girildi, imzalar alınmaya, fotoğraflar çekilmeye başlandı. Bu arada Aptülika’nın hediyesi olan karikatürlere grup çok sevindi, çünkü önceki gün ilk Türkiye ziyaretlerinde gördükleri tam da bu karikatürleri hatırlayıp muhabbetini yapmışlardı. “Köstebek” Faruk onlara bu hediyeyi ulaştırınca hepsi birer kopyasını alıp çerçeveleteceklerini söylediler.
İmza faslı bitince Mephisto’nun üst katında yemek yenildi. Bu arada Blitz ona bazı Türkçe cümleler öğretmemi istedi, ben de istediklerini bir kağıda yazdım. Daha sonra ben Güven’in programı için grupla bir röportaj yaptım, çok eğlenceliydi. Son olarak CD alışverişi yapıldı, Tim “System of a Down” aldı, D.D. ise “Chicago”. Oradan otele dönüp yaklaşık 45 dakika sonra tekrar Venue’ye doğru yola çıktık.
Venue’de onlar üzerlerini değiştirirken biz de webmaster’imiz Erdem’le yukarı çıktık. “Balkon”dan grubun sahne alışını izledik, müthişti, ama bunu herkes biliyor zaten. Biraz sonra Erdem’le aşağı inip basının boşaltmış olduğu photo pit’ten izledik konseri bir süre. Orada Blitz’in ayağının dibinden birkaç fotoğraf çektim, ama en eğlenceli kısmı Erdem’le sahnede tam bir ilaha dönüşmüş olan DD’ye “tapınmamızdı”. Bir süre sonra yine yukarı çıkıp konseri sonuna kadar oradan izledik. Hem sahne, hem de seyirci oradan harika görünüyordu. Blitz, Türkçe cümlelerin yazılı olduğu kağıdı yere yapıştırmıştı ama anlaşılan okuyamıyordu. “Daha?” diye sormak isterken “Hada?” demesi bunu kanıtlıyordu...Yine de konser inanılmaz “gaz”dı ve bize nefis vakit geçirtti. Bitirirken Blitz’in bana bakıp, sırıtıp ona yaptığım “çapraz mosh” hareketini taklit ederek beni “özel olarak” selamlaması da hoşuma gitmedi değil doğrusu!...
Ne yazık ki sonradan Tim’in davulla bazı sorunlar yaşamış olduğunu ve bundan dolayı biraz sinirli olduğunu öğrenip üzüldük, ama siniri çabuk geçti ve grubu dinlenebilmeleri için otele yolladık. Biz, yani RTN production team, bir durum değerlendirmesinden sonra crew ile birlikte otele döndük. Yorgunluktan ölüyorduk ve grubun da öyle olmasını gizliden gizliye ümit ediyorduk. Blitz ve Tim yatmışlardı hakikaten, fakat lobide birer çiğ tanesi kadar taze Dave ve DD bizim yolumuzu gözlüyorlardı. “Amerika’da saat daha 8, hiç uykumuz yok ki, hadi bizi rock bar’a götürün” diye bir istekte bulundular. “E ama Türkiye’de saat 3! Bizim uykumuz var ki” diyemedik, aldık arkadaşları Caravan’a götürdük. Pek kalabalık değildi orası, bir masaya yerleştik, Overkill’in geldiğini görenler tabii ufak bir imza olayına girdiler yine. Video klip gösterimi ilginç geldi elemanlara, bu arada D.D. ile bazı zevklerimizin benzeştiğini de gördük. Pantera seviyordu kendisi, ama o da Power metal’e hiç dayanamıyordu. “Kılıçlardan, ejderhalardan bahsetmiyorlar mı, uyuz oluyorum” diye dile getiriyordu duygularını.
Daha sonra Caravan kapandı, karınlar da acıkmıştı, böylece önceki gelişlerinden görür görmez hatırladıkları Kızılkayalar’a gidildi. Dave ayran’ın tadına bakıp “feci birşey bu” diye öğürdü, D.D.’nin de denemesini istedi, o da “üff, sirke gibi birşeymiş” diye geri verdi bize. Zevkler bazı konularda çok farklı olabiliyor tabii...
Burada Dave’in de dünya güzeli bebelerinin fotoğraflarını gördük. Tüm ailenin burçlarını dövme yaptırmıştı orasına burasına. Ayrıca otele gidince bize kendi grubunun CD’sini vereceğini, birbirimize çekebileceğimizi söyledi. Yanında fazla yokmuş zira. Öyle de yaptı hakikaten. Grubun adı Speed Kill Hate, thrash yapıyorlar, CD’ye ayrıca bir de klip koymuşlar. Güzel bir tanıtım yöntemi, ver millete “birbirinize çekin” de...
Bir saat uyuduktan sonra kalkıp lobide buluştuk, son fotolarımızı çektik, D.D.’den pena almayı da ihmal etmedim elbet, sonra da herkesle sarılıp vedalaştık ve arkadaşları Yunanistan’a doğru yolcu ettik. Bir konser heyecanı daha bitmişti böylece, güzel anılar bırakarak geride. İçimi bir hüzün kapladı, gittim uyudum (iyi geldi:)).
Seyda “Abigail” Babaoğlu
Yorumlar
Yorum Gönder