Manowar Konseri 2005
Deli Kasap için yazıldı:
METALİN KRALLARI İSTANBUL’DA – Seyda’nın MANOWAR günlüğü
Bu yazıya başlamak ürkütüyor beni biraz. Grupla geçirdiğim beş gün boyunca o kadar çok şey yaşandı ve konuşuldu ki umarım hepsini toparlamakta zorluk çekmem. Aslında bilen bilir, ben bu yazıları kendi kendime anı olsun amacıyla yazarım en başta, ama bir günlüğün tozlu sayfalarında heba olacağına illaki ilgisini çekecek insanlar da vardır diye yayınlayarak paylaşım olayına girerim. Bu yüzden her zamanki gibi şimdiden uyarayım, son derece uzun bir yazı olacak bu (üstelik kendi kopyama ekleyeceğim, sadece bana özel bölümler hariç olarak bile çok uzun olacak :P), mızmızlanmayın. Neyse, başlayalım bakalım, gerisi gelir. Aralarda nabzınızı yoklayın, kalkın dolaşın, esneme hareketleri yapın ve ancak ondan sonra okumaya devam edin.
Şimdi efendim, ilk önce RTN Promotions’taki asli görevimin gruplara rehberlik etmek olduğunu hatırlatarak başlayayım. Dolayısıyla Manowar’a rehberlik edeceğim de çok önceden belliydi. Bunun için tatilimi ona göre ayarladım ve 2 Ağustos Salı günü İstanbul’a döndüm. Ertesi gün ofise gittim detayları konuşmak için. Ve akşamında da tur menejeri John Pettigrass’ın kaldığı otele gidip kendisiyle sabah saat üçbuçuğa kadar süren bir toplantı yaptık. Joey erken gelecek olmasına rağmen bir sağlık engeli yaşamıştı ve ancak Cuma gelebileceği bu gece konfirme oldu. Grubun geri kalanı Perşembe gelecekti, o yüzden toplantı biter bitmez uykuya koştuk.
Ertesi gün oldu, havaalanına gidildi. Bundan sonrasını günlere bölerek anlatayım ki takip etmesi daha kolay olsun. İşte buyrun:
Perşembe, 4 Ağustos 2005
Havaalanına, grubu ve kalabalık crew’un bir bölümünü karşılamak üzere benim dışında bir de bu konserde diğer gruplara ve crew’larına rehberlik edecek Yalkın, Gökhan, Levent ve Agop arkadaşlarımız gelmişti. Beşimiz beklerken bir baktık ki uzun boylu, uzun saçlı, şapkalı bir eleman çıktı ilk önce. Yüzü görünmüyordu pek. “Metalci bu harekete doğru gelir” diyerek mosh çektim kendisine, bir yandan elimizdeki Magic Circle Music/Rock the Nations tabelasını kaldırarak. Sırıtarak bize doğru yürümeye başladı, Scott Colombus’tu bu. Önce kendimi, sonra arkadaşları tanıttım, çok sevimli ve sempatikti. Saatlerdir sigara içememiş olmaktan dolayı (NY’tan gelmişlerdi) diğerlerini beklerken dışarı koşturup bir tane içmek istedi, birimiz onunla gitti. Derken Eric Adams çıktı kapıdan ve bize doğru geldi. Onu da aynı kibarlıkla karşıladım, o da son derece kibar karşılık verdi. Yavaş yavaş Karl Logan ve tüm ekip de katıldı bize. Minibüslerimizin kapıya gelmesini beklerken Eric bana saçlarımın doğal olup olmadığını sordu, “Doğal tabi, ne sandın ehehe” dedim, ben de onun çok şirin kıvrılmış bir buklesini elime alıp “Bu da doğal herhalde” dedim, evet dedi. “Nemli ortamlarda böyle Shirley Temple gibi kıvrılıyorlar abartıp” dedi, “Hmm, benim için sorun olmuyor ama bir savaşçının Shirley Temple’a benzemesi hoş olmasa gerek” dedim, “Valla hiç olmuyo” dedi güldük. Bu arada saçında beyaz bişi vardı, gözümü rahatsız etti, “Alabilir miyim şunu saçından?” diye sordum, “Lütfen” dedi, böylece görüntüsünü de mükemmelleştirdik ve eşyaları yerleştirip birbirimize gayet ısınmış olarak otellere doğru yola çıktık. Crew ayrı, grup ayrı otelde kalacaktı. Giderken Eric bana, basın toplantısını acaba biraz daha geç bir saate alabilir miyiz diye sordu, çok yorgunlardı, ama pek mümkün olamayacaktı bu. Önce onları biraz dinlenecek vakitleri olsun diye kendi otellerine yerleştirdik (Polat Renaissance) ve sonra crew’u Akgün Otel’e götürdük.
Bu kadar çok adamla yerleşmek biraz uzun sürdü haliyle. Sonunda ben de kendi odama çıkabildim ve basın toplantısı için biraz tazelenme şansı buldum. Olmazsa olmaz King Diamond tişörtümle donanmış olarak grubu almaya gittim. Ne kadar dakik ve profesyonellerdi ki onca yorgunluk ve jetlag’lerine rağman söylenen zamanda lobide hazır bulunuyorlardı, hayran oldum. Başkası olsa o yorgunlukla binbir trip atar, geç gelir ya da iptal ederdi. Eric, King tişörtümü görünce yüzünü ekşiterek “King Diamond’s not happening any more…”dedi (yani artık popüler değil gibi bir anlamda). Ben de “Olsun, o benim biricik idolüm” diye karşılık verdim. “Peki tanıyor musun?” diye sordu, “Burada kaldığı iki gün boyunca rehberi bendim, çok iyi tanıyorum, davulcusu da çok iyi arkadaşım” dedim. “Hmm, peki…” diyip bir şeyleri içine attığını belli ederek sustu. Daha sonra dayanamadı yine. Minibüsteydik artık, yanımda oturuyordu ve yine konuyu açtı. “Sana sonra onunla ilgili bir hikaye anlatacağım”dedi, yemekte anlatmasına karar verdik. Bu arada İstiklal’den seyrederek Mephisto’nun önüne geldik ve inip üst kata yerleştik. Yemekler hazırdı, sofraya oturduk ve Eric kulağıma eğilerek anlatmaya başladı King’le 80’lerde yaşadıklarını ve ondan neden hiç hazzetmediğini. Ben savundum tabii, ama Eric hala onun adam olmadığı, erkek gibi karşısına çıkması gerektiği görüşünde. Bana da Manowar girlie’si yollamaya karar verdi King tişörtüme dayanamayarak! :) Bu arada Motörhead’le de ilgili bir hikaye anlattı ve kankası Lemmy hakkında enteresan açıklamalarda bulundu. Yalnız bunları yaymamamı istediği için burada verdiğim sözü tutmalı ve susmalıyım.
Sofrada konu “ben ve Manowar” ilişkisine gelince, müziklerinin ezelden beri fanı olduğumu ama grubun imajıyla ilgili sorunlarım olduğunu, özellikle de buradaki bazı fanlarının insanı gerçekten de “Manowar dinliyorum” demekten utandırdıklarını anlattım. Örnek istediler, bazı enstantaneler anlattım, gözleri faltaşı gibi açılarak dinlerken inanamadılar, kahkahalarla yerlere yattılar ve bana hak veren yorumlar yaptılar.
Yemekte Eric’in emailini de aldım, konu ona buna forward edilen ve benim hiç hoşlanmadığım fıkra olayına geldi. “Dur ben sana bi tane anlatiim” dedi, anlattı, yere düşüyordum nerdeyse gülmekten. Gerçi yazılı olarak aynı etkiyi asla yaratmaz, Eric’in mimikleriyle, aksanıyla ve ses tonuyla dinlemek/izlemek lazım, ama bunun üzerine “Tamam, sen bana yollayabilirsin, seninkileri okurum!” diye garanti verdim.
Konuştuğumuz ayrı bir konu ise Türkiye idi. Burası hakkında tek bildikleri şey haberlerde görüp duydukları bazı terör olayları falandı ve ciddi biçimde ürkütülmüşlerdi, herkes onlara “Manyak mısınız, gidilmez oraya, Ortadoğu’da ne işiniz var” demişti. Bense kendilerini bu konuda daha sağlıklı bir şekilde bilgilendirmeye çalışıp o konuda rahat olmalarını sağladım çeşitli örnek ve açıklamalarla.
Fakat Türk insanının gelenek ve hassasiyetleri ayrı bir tedirginlik konusuydu. Eric sürekli “Yaa şimdi bilmiyorum ki insanlar nelerden alınabilir, burası çok farklı bir kültür, kimseyi kızdırmak istemem” diyor, ben de “Boşver yaa, rahat ol, birini kızdırdığın zaman zaten o bunu sana en direk yoldan bildirir!” diyerek tedirginliğini daha da arttırarak eğleniyordum. Ama sonra onu ikna edebildim İstanbul’da göreceği ve karşılaşacağı insanların kendisinden ve arkadaşlarından çok da farklı olmadığına dair. Yine de bana çok azıcık belden aşağı olan bir fıkrayı bile anlatırken “Ya bak bu çok açık olabilir, rahatsız olursan söyle, off anlatiim mi bilmiyorum ki” şeklindeki serzenişleri çok şirindi. Arkadaş muhabbetlerimizi ve günlük hayatımızda etrafta uçuşan küfürleri duysa kendisini çok masum hissederdi eminim.
Yavaş yavaş basın toplantısı için hazırlıklar tamamlanmakta ve aşağı kata ineceğimiz an yaklaşmaktaydı. Tercümanlığını ben yapacaktım yine, dolayısıyla önce ben indim, sonra grup geldi yerleşti ve toplantı başladı. “Truva’yı gördünüz mü ya da orada çalmak ister miydiniz” sorusu üzerine Eric orayı görmesi gerektiğine karar verdi ve beni onu oraya uygun bir zamanda götürecek kişi olarak seçti, bir diğerinde de ona Türkçe konusunda yardımcı olmam gerektiğine karar verdi, diğer sorulara da bence gayet tatmin edici cevaplar verildi. Politikayla ilgili sorulara politik davranarak “biz politik bir grup değiliz” demeleri de gayet akıllıca. Lüzumsuz yanlış anlaşmalara ve lafların gereksiz yerlere çekilmesine izin vermemeyi ellerinden geldiğince hedef edinmişler. Eric basının bu konuda her lafı çarpıttığına inanıyor ve o yüzden de bu tip konulara hiç girmemeyi daha uygun buluyor. Efsanevi “Türkler ve köpekler giremez” geyiği ise grubu hala şoka sokmakta ve nereden geldiğini, nasıl oluştuğunu hala anlamamaktadırlar. Bunu daha sonra aramızda da konuştuk ve ortak kanı, bir delinin ortaya “Bakalım nereye varacak” diyerek böyle bir söylenti attığı ve bunda başarılı olup kulaktan kulağa yayılmasına sebep olduğu, yıllarca grubun haberi bile olmaksızın onları karaladığıydı.
Basın toplantısından sonra bireysel röportajlar vardı. CNN Türk’ünkini yapmamı rica ettiler, onun dışında biraz Mephisto’ya gelmiş olan kankalarla muhabbet etme şansı buldum. Bu ve önümüzdeki günlerde bu çok zor olacaktı yine zira.
İmza faslı vs.de bitince bizi beklemekte olan minibüse atlayıp tekrar otele doğru yola koyulduk. Bir ara Eric, minibüste detaylarını hatırlamadığım bir muhabbette elimi tutup kendi yanağına bir tokat attı. Ben de “Hmm, isabet oldu, Pleasure Slave için ufak bir intikam sayalım bunu” dedim, güldük. Elemanları otele bırakırken hepsi binbir teşekkür etti, “Harika iş çıkardın, çok sağol!” demeleri tüm yorgunluğa değdi. Ertesi gün için plan yapıldı ve ben de bir süre sonra otelime dönüp yattım.
Cuma, 5 Ağustos 2005
Uykumu almış şekilde kalktım, kahvaltı ettim, duş yaptım (Bunları niye anlatıyorum? Çünkü bir grup getirdiğimiz zaman bunlar bir lüks, genelde uyumaya bile vakit bulmayız 2-3 saatten fazla!) ve Polat’a gittim. Oradan Eric’i aldım ve ikimiz baş başa Kapalıçarşı’ya gittik. Yolda biz iki metalci olarak ondan bundan konuşurken konu tabiiki metale ve oradan da Gorefest’e geldi, tanıyor mu diye sordum, tanımıyordu. Ben hastasıyım dedim, peki death metal hiç dinler mi diye sordum. Vokalleri sevmiyormuş müziği bazen sevse de. “Bense birçok farklı sesin ve vokal tarzının yanı sıra brutal vokal delisiyim” dedim, “E ama onu herkes yapar ki” dedi, “Olsun, güzel ama, seviom banene” diye ısrar ettim, “Ama şarkı söylemek bambaşka bişi” dedi, “yıllarca eğitim alman, sesini geliştirmen lazım, o yüzden bana vokalist denmesini sevmem zaten, onlar vokalist, ben şarkıcıyım!” diye ısrar etti, “Haklısın, harikasın sen, bambaşka bişisin” diyerek destek verdim ben de. Misafire vokalist denmez, ayıp. (Bu arada konser boyunca kendisini dinleyenlerden bazıları orda burda ettikleri “sesi artık ayvayı yemiş” laflarını fena halde yuttular sanırım! Halen billur gibi, halen insanın ruhunu parçalayıcı bir güce sahip!)
Avcılık merakından bahsetti sonra. Sadece ok ve yayla geyik ve yabandomuzu avına çıktığını, bunun için av sezonlarını takip ettiğini, en büyük tutkusu olduğunu söyledi. “Yaban domuzu mu? Çok tehlikeli!” dedim, “Son derece!” dedi. “Peki neden avlanıyorsun ki?” soruma şöyle karşılık verdi: “Düşünsene, kullanabileceğin tek bir okun var ve senden çok daha güçlü bir yaratık var karşında. Saf adrenalin! O oku yanlış kullanıp karşındaki hayvanı sinirlendirmek istemezsin. Tek hakkın var ve onu doğru kullanmak zorundasın. Bu bana inanılmaz bir duygu yaşatıyor!” “Ama hayvancıkları öldürdükten sonra ne yapıyorsun?” dedim, “Yiyorum” dedi. Bari boşuna ölmediklerini öğrendim. Yiyemeyeceği kısmını da av etlerini fakirlere dağıtan bir organizasyona veriyormuş. Hala beni rahatsız eden bir konu vardı. “Kafalarını evde şömine üzerine asan tiplerden misin?” dedim, “Asla” dedi, “kendini o şekilde kanıtlamaya çalışanlardan değilim”. “Peki Harley’in mi yoksa avcılık mı?” diye geyik bir soru soriim dedim, “Harika bir soru! Sanırım avcılık!” dedi. Bu adam bu konuda gerçekten fanatik. Hayatını da av sezonlarına göre düzenliyor. Önümüzdeki av sezonu başlayınca o günler boyunca kendisi diğer her işini bir kenara bırakıp sadece avlanıyor olacakmış. Ayrıca bir av DVD’si hazırlıyor. Son derece “açık” olacağından dayanamayacak insanların seyretmemesi gerektiğine inanıyor ve bunu belirten bir uyarı koymayı düşünüyor DVD’ye. Ayrıca New York State’te av kursları düzenliyor. Boş vakitlerinde zaten sürekli elinde geyik kapaklı bir av dergisi görmeniz mümkün!
Yolda giderken ayrıca “Türkiye’de insanlar sakalsız erkeklerden rahatsız oluyormuş” dedi, ben de “Kim sana bu saçmalıkları anlatıyor?” dedim, “Karl bir kitapta okumuş” dedi. “Bak güzelim” diyip Türkiye, Türkler, bazı fanatik kesimler vs. hakkında gerekli olduğunu düşündüğüm bilgiler verdim kendisine. Şaşırdı.
Sonra Kapalıçarşı’ya vardık. Bu arada kamuflaj desenli Wacken tişörtümü çok beğendiğini söyleyip kendi av kıyafetlerine benzetti. Harbi fanatik! Neyse, evine koyabileceği bir şey istiyordu, gezmeye başladık. Sürekli üzerine atlayan satıcılar onu çok eğlendirdi, hele köşeden çıkıverip ona asker selamı çakan bir elemanı görünce gülmekten kırıldı (sonra otelde tüm grup arkadaşlarına anlattı bu olayı). Biz gezerken Kurt Cobain tişörtlü bir çocuğun da kendisini tanıyıp “Menovır! Süper! Metalika!” demesi ayrıca yardı bizi. Ayasofya motifli bir duvar tabağı beğenip aldı, bir de duvara asmalık nazar boncuklarından. Gezdik dolaştık, arada resmini çektim (grup sahne kıyafetleriyle olmadıkları ve iyi görünmedikleri resimlere karşı biraz hassas yaklaştığından bunu yayınlamayıp sadece kişisel koleksiyonumda muhafaza edeceğim, diğer “sivil” resimlerle beraber. Fanlar evime gelip cüzi bir miktar karşılığında bunlara bakmaya davetlidir! :) Zaten sanırım evi artık bir rakınrol müzesine dönüştürmenin vakti gerçekten geldi de geçiyor!!!) Türkiye’ye özgü bir hayvan olmadığını birkaç dakika önce öğrendiği deve şeklindeki hediyeliklere güldü, biraz daha öyle gezdik takıldık, inanılmaz buldu ortamı, sonra da çıktık Sultanahmet’te gezelim diye. Kapalıçarşı’dan oraya yürürken kendisini daha önce kapkaç olayları hakkında bilgilendirdiğimden bir ara beni iyice yanına çekti “Arkadan gelen tipleri hiç gözüm tutmadı” diyerek, ben de Eric Adams korumasında dolaşmanın tadını çıkarttım.
Sultanahmet meydanına geldiğimizde biraz anlattım, bu budur, şu şudur diye, hepsinin önünde resmini çektim sonra ona yollamak üzere. Girip gezecek vaktimiz yoktu pek, zaten hava deli sıcaktı, sadece biraz gezip sonra orada köşede bulunan Sultan Pub’da dışarıda bir masaya oturduk ve içecek bir şeyler söyledik. İnanılmaz zevkli muhabbetlerimize orada devam ettik. Ben hiç bu kadar kibar ve centilmen bir adam beklemiyordum tanımadan önce. O da benimle beraber olmaktan çok zevk aldığını ve çok iyi vakit geçirdiğini tekrar tekrar söylüyordu. Konuştuğumuz konular arasında Irak savaşı vardı ve tamamen aynı fikirdeydik bu konuda. Ayrıca etrafı seyrederken Türkiye’yi hiç böyle hayal etmediğini ve daha çok bir İran/Irak/Arabistan tarzı görüntüler canlandırdığını söyledi kafasında, bilirsiniz, çöl, develer, ya da televizyonda gördüğü haber görüntüleri falan. Başörtüsü ve çarşaf hakkındaki sorularını cevaplandırırken ona Atatürk, Cumhuriyet, Kıyafet devrimi, Harf devrimi vb. şeyler anlattım on saat, ilgiyle dinledi ve sorular sordu.
Bir yerde konu yemeklere geldi. Overkill’in onlara “Aman abi, her şey harika ama yemek konusunda Burger King’den çıkmayın derim size!” dediğini anlattı, “Hadi len” dedim, “bizim mutfağımız dünyanın en iyilerindendir, bir ayran’ı sevmediler diye atıp tutmasınlar!” diye de ekledim gülerek. Meraklısına not: Eric balık yemezmiş bu arada, neler kaçırdığını bilmiyor!
Müzikten konuşurken kendisinin inanılmaz fanı olduğu Sarah Brightman’a geldi konu. Sesine delicesine hayranmış. Grup üyeleri onun bu fanatikliğini bildiklerinden Joey tesadüfen bu hanımla tanışınca ona Eric’ten bahsetmiş, meğer Sarah da Manowar hastasıymış! Joey “Bunu duyunca kafayı yiyecek!” diyip Eric’e olayı anlatmış. Bundan sonraki gelişmeleri bana anlattı ve sunduysa da burada anlatmamı istemediğinden ona da saygı duyup susuyorum yine…
Eric Corona’sını, ben de sodamı bitirince kalktık. Çok centilmence ısmarlamamı reddetti, “Seninle vakit geçirmek başlıbaşına bir zevk, bunun için ben sana teşekkür borçluyum!” diyerek hesabı ödedi ve en yakın taksiye atladık otele dönmek üzere. Polat’ın Alman Restoranı tarzındaki Bierstube’sine indik ve yemek için Scott’la buluştuk. Tağmaç arkadaşımız da oradaydı. Ben ona Eric’le gezimizi anlatırken Eric de Scott’a anlatıyordu. Derken artık topraklarımıza teşrif etmiş olan Joey DeMaio de aşağı yanımıza geldi ve “And who’s this beautiful lady?” diye tanıştırılmamızı isteyerek ilk dakikadan sempatimi kazandı! :) Gerçekten de Eric’in dediği gibiydi – etkileyici, eğlenceli ve çok kibar. Ama Eric onun sinirlendiğinde de ÇOK sinirlendiğini söylemişti. Bu gibi zamanlarda zaman zaman Eric’le bile çok ters konuşmaya başlarsa kendisi ona “Dikkat et, konuştuğun kişi BENİM!” diye çıkışmak zorunda kalıyormuş. “Ki onun en eski arkadaşı olarak onu sadece ben böyle uyarabiliyorum” demişti. Joey grubun işadamı olarak 24 saat grup için yaşıyor ve çabalıyor, dolayısıyla en ufak bir hata ve aksaklık kabul etmiyor. Her şeyin iyi gideceğini düşünüyor ve Joey’nin ters tarafıyla karşılaşacağımızı pek sanmıyordum. Yemek de çok keyifli geçti zaten. Yine fanlardan söz açıldı, ayrıca şu ana kadar yaşanan ve konuşulanlar Joey’e aktarıldı.
Soundcheck için yola çıkmadan Eric’in odasında müzik dinleme fırsatı buldum, son albüme sahip olmamam ve daha hiç dinleyememiş olmam onu dehşete düşürmüş ve hemen bu konuya bir çözüm getirmek istemişti. Ama ilk olarak burada yine anlatmamam gereken başka bir şey dinletti, onun için bu konuda yorum almak çok önemliydi, ben kafama taktığı kulaklıklardan yayılan sese konsantre olmuşken o da yüzüme konsantre olmuş, tepkilerimi ölçmeye çalışıyordu. Çok beğendim, çok sevindi. Sonra önümüzdeki albümden King of Kings’i dinletti. Yine ben kulaklıkla takılırken ve ritm tutarken o da ezbere bildiği ritme hafiften kafa sallayarak eşlik ediyor ve arada benim “Atımı getirin! Savaşa gitmeliyim!!!” şeklindeki gaza gelmelerime gülüyordu. Sonra WOTW’ü yerleştirdi beyaz Apple laptopuna. “Ne dinlemek istersin buradan?” diye sordu, seçtim birkaç tane. Bu arada sürekli “fight/steel/honour/metal” falan diye şarkılar seslendirmekten hiç bıkmıyor mu diye sordum, “naapiim” dercesine bir ifade takınıp “Joey yazıyor sözleri, ben de o ne yazarsa söylüyorum işte, sonuçta grubun adına bak” dedi ve logo’nun “Man” kısmının üzerini kapattı bir eliyle. “Eh, biliyorum” dedim ve dinlemeye koyuldum. Manowar dinlerken insanın karşısında oturan Eric Adams tarafından izlenmesi garip oluyor!...Dinlettiği albümü hediye etti bana ve aşağı inip grubu alarak soundcheck için yola çıktık.
Yedikule zindanlarına vardığımızda grubun dibi düştü. “Böyle ortam görmedik!” dediler, Eric hemen surların üzerinden batan güneşi çekmemi rica etti, Joey’in de ortamda arkadaşı Rainer’le resmini çektim yine hiçbiryerde yayınlamayacağımı, sadece kendilerine mail atacağımı söz vererek. (Öff :P) Soundcheck için az vakit vardı, Joey’in uçağı biraz geçikmeli inmişti zira, bu yüzden Eric ertesi gün çalmadan önce kendisine mekanı gezdirmemi rica etti, şimdi işe koyulmalıydılar. Ben de daha önce ortamı gezmemiştim, merak ediyordum. Grubun entellektüeli ve tarih meraklısı Karl ise gelir gelmez heryeri hemen köşe bucak gözden geçirdi ve soundcheck başlamadan bize “şurada şu var, bunu mutlaka görün” falan diye talimat verdi. (Maalesef buna ertesi gün vakit bulamadık). O arada Eric hemen bir de nete girip bana Sarah Brightman’ın sayfasını gösterdi. Beni ona benzettiğini ama fotoğraflardaki saçların benimkilerin aksine peruk olduğunu söyleyip gururlanmama sebep oldu. Zaten inanılmaz iltifatlarına ve nezaketine şaşıp duruyordum. Gayet “kıro”, maço ve megaloman adamlar beklerken müthiş sıcakkanlı, sevimli ve kibar bir grup ve ekiple karşılaşmış olmak çok güzel bir sürpriz olmuştu hepimiz için. Herhalde Eric bu özelliklerini İtalyan babasına borçlu diye düşünmedim değil, kanlarında var sanırım. Yeri geldiğinde “amele” diye yerden yere vurulan bu adamlarla beraber olduğum süre içerisinde her daim centilmenliğin rafine örnekleri sunuldu bana. Çok olumlu biçimde şaşırmıştım gerçekten ve bunu onlara daha sonra söyledim de.
Herneyse, konuya dönelim. Mekanda sahne önünde sıralanmış Harley’lerini bekleyen Harley Davidson club üyeleri ve bizler dışında kimse yoktu, gerçekten etkileyici bir görüntüydü. Soundcheck’e hazırlanan Joey’e “Kulak tıkaçlarım hazır!” dedim, “Zaten kullanmamanı hakaret kabul ederiz, haha!” diye karşılık verdi. Ve gerçekten de gerekiyordu! Aralarda sorun çıktığında ya da bir sebepten dolayı mecburi ara verildiğinde yine muhabbet ediyorduk, bir süreliğine de Eric Harley’cilerle sohbet etti, beğendiği birine binip bir tur attı, tüm bunlar Manowar’ın özel film ekibi Neil ve Emmett tarafından kaydedildi. Muhtemelen bir sonraki DVD’de görürsünüz, bizlerle yaptıkları röportajlarla birlikte. (Umarım en gerzek bölümler yerine akıllı göründüğümüz yerleri kullanırlar yaw, kıllandım bak şimdi! :) ) Harley’ler sahne kullanımı için uygun renkte değillerdi ama maalesef, yoksa Manowar’ı sahneye onların üzerinde çıkarken görebilme şansına sahip olacaktık. Bu arada artık soundcheck bitmek zorundaydı fakat davulla ilgili bir sorun yüzünden Scott ve Joey önce “Biz bunu çözmek için kalacağız, siz yemeğe gidin, biz size katılırız sonra” dediler. Biz yine de daha bekledik biraz, sonra çok geç olduğu için problemin çözümü ertesi güne bırakıldı ve tüm grup ve crew otellerine döndü.
Polat’ta Emre, Tağmaç ve ben grupla akşam, daha doğrusu gece yemeğindeyken, bir yandan da havuzbaşındaki düğünü seyrederken ve yorumlar yaparken, grup elemanlarının yorgunlukları gözlerinden okunuyordu. Biz de fena yorgunduk. Ben yine bu sebeple yemek bile yiyemiyor, sadece Eric’in “Yemelisin!” diye zorla verdiği patateslerinden birkaç tane kemiriyordum. New York’tan buraya uçmuş olmanın sebep olduğu jetlag, buranın sıcağı ve nemi ve soundcheck’in çok uzaması grubu ciddi şekilde yormuştu. Kemancı’dan DVD galasıyla ilgili haber geliyordu ama oraya gidecek hali kalmamıştı hiçbirinin, saat çok geçti ve ertesi günki şovu tehlikeye atmak, yorgunluk ve uykusuzluktan dolayı kötü bir şov sunmak istemiyorlardı. Bu sebeple bir an evvel yatıp dinlenmeye karar verdiler. Kemancı’yla görüşmeler yapıldı, Warrior arkadaşlara farklı bir alternatif sunuldu ve sonra biz de yatmak üzere ayrıldık. (Bu konuyla ilgili resmi açıklama zaten Emre Alkoç tarafından gerekli yerlerde yapıldı.)
Cumartesi, 6 Ağustos 2005
Sabahtan yine grubu almaya Polat’a gittim ve Yedikule’ye doğru yola çıktık tekrar. Onları sahneyle baş başa bırakıp ben de diğer işlere koşturmaya yardım ettim, zira her zaman yapacak binmilyor tane iş oluyor. Güneş beynimize inmeye başlamıştı bile ama Warrior’s biletine sahip arkadaşlardan birkaçı buna rağmen soundcheck izlemeye gelmişlerdi. “Aferim, işte gerçek fan zihniyeti” diyerek izledim onları ara sıra yanlarından geçerken. Bu sırada kapıda millet birikmeye başlamıştı ve ben hastası olduğum orada burada oturan siyahlı insan kitlesi görüntüsünün yarattığı konser öncesi hissiyatının tadını çıkarıyordum. O esnada “Hocaaam!” diye bir ses duydum, öğrenciklerimden biriydi. Grubun rehberi olduğumu öğrenince “O zaman adamlarla konuştunuz?!?!” dedi. Çocuk saflığı ne güzel bişiy yaa! O kadar şekerler ki! J False in Truth kankiler geldi sonra ve ben onları otoparka yönlendirip yine iş başına döndüm. Dur durak yoktu.
Soundcheck planlandığı gibi gitti ve bitti, ben de grubu ve menajerlerini tekrar alıp otele döndürdüm. Grup elemanları show’a kadar dinleneceklerdi, bu yüzden ben de tur menajeri John ve Alman menajer Hinrich ile alışverişe gittim. John Kapalıçarşı’da benim diyen Türk’e taş çıkarttı pazarlıkta. Sonra otele döndük ve biz de şov saatine kadar dinlendik.
Lobide hepsiyle buluşma saati geldiğinde ben ayrı bir heyecan daha yaşıyordum – Gorefest’i izlemeliydim! Yıllardır bekliyorduk, sonunda biz getirmiştik ve ben bir death fanı olarak onları kaçırmamalıydım. Öyle görünüyordu ki onlar sahneye çıkmadan biz de mekana varmış olacaktık. Öyle de oldu. Ancak grubumla ilgilenmekten Gorefest’i ancak 5 dakika sahneye çıkarak, 5 dakika da arka tarafa koşarak (evet, bir ara at gibi sahne tarafına koşan, sonra oradan yine sahne arkasına koşan bi manyak gördüyseniz o bendim!) toplam on dakika izleyebildim! Olsun, Jan Chris’le tanıştım, konuştum ya o da yeter. Çok cana yakındı, çok şirin de fotoğraflar çektirdik, mutlu oldum!
Ama önce yolculuğa geri dönelim. Otelden yola çıktığımızda yağmur başlamıştı. Ve bu çok fenaydı. Zira konserin iptaline yol açabilirdi! Her zamanki gibi yanımda oturan Eric kendi gençliğinden bir anı anlattı bu konuyla ilgili: “Daha kendi halinde takılan gencecik bir fandım. Bir gece Blackmore izlemeye gittim, delicesine hayrandım ona. Tam ben mekanın arkasında takılırken tesadüfen bir limuzin yanaştı, içinden Blackmore çıktı, gökyüzüne baktı, şimşekleri gördü, Konser iptal! dedi, bindi ve gitti yine. Bunu bir tek ben görmüştüm, binlerce fanın haberi bile yoktu. Aralarına karışıp olacakları izlemeye koyuldum. İptal haberi yayılınca fanlar orayı kelimenin tam anlamıyla yerle bir ettiler! Sahneyi ve sahnedeki her şeyi söktüler!!! Delirdiler!!!” Ben de bu gece aynı şeyin olmamasını umarak “Habire God of Thunder falandan bahsederseniz gelir işte böyle destek vermeye!”diye bilimsel açıklama getirdim olaya.
Neyse işte, Yedikule’ye vardık, ıslanarak sahne arkasına yürüdük, kulise yerleştik. Ben yine bin işe koşmakla birlikte sahne performanslarını kaçırdığım Catafalque kankalarımla da bir-iki kucaklaşma, iki-üç geyik yaşama şansı buldum. Ama yine onları terk ederek iş başına döndüm. Manowar’ın sahne kıyafetleri askılarda asılıyken incelemiştim daha önce. Şimdi sahne hazırlıkları yapıldı, deriler giyildi, karşımda “gerçek” Manowar vardı artık. “Ama ben hala şu garip V-yaka dekoltelerinizi sevmiyorum!” diye ısrar ettim Eric’e, “Ama niye yaa, nesi var ki??” diye cevap verdi, ben de yine “Nebliim, sevmiom işte!” diye karşılık verdim daha önce de yaptığım gibi. “Siz giyiyosunuz ama!” dedi, “E tamam işte, o yüzden siz giymeyin” diyemedim. Barbarlık gururunu incitmek istemedim. Ok atar falan sonra. ( Bu arada Eric bazı kıyafetlerini buraya özellikle getirmemiş milletten tepki toplar falan diye. “Erikçim” dedim, “Manowar konserine gelen adam niye tepki versin ki zaten beklediği, görmek istediği kıyafetlere, hmmm?”. O da özellikle çok rahat ettiği ve DVD’nin iç kısmındaki kartpostal gibi tekli resimlerin olduğu yerde görebileceğiniz delikli pantolonu bir dahaki sefere getirmeye karar verdi.)
Joey’e Türkçe öğrettim sonra yaklaşık yarım saat kadar. Elde kağıt-kalem oturduk masa başına. “Keşke bütün öğrencilerim senin gibi olsa” demekten kendimi alamadım bir süre çalışıp yeteneğini gördükten sonra. (Sorry kids! J) O da “Böyle öğretmen olunca!...” filan diye beni onore etti. Gerçekten de telaffuzu harika, zor cümlelerden çekinmesi asla söz konusu değil, çok kolay anlıyor ve öğreniyor, çok ciddiye alıyor yaptığı işi. Bir “teşekkürler”i bile zor öğrenen tonlarcasına laf anlatmaya çalıştıktan sonra Joey’le çok zevkli geçti bu çalışma. Ben ona cümleyi söylüyordum, o fonetik olarak kendi anlayacağı şekilde kağıda döküyordu, sonra beraber telaffuz, vurgu vs. çalışıyorduk. Ripiit aftır mii hesaabı, “bak ikinci heceyi vurgulayacaksın” falan diye. Eric de gelip gidip başımıza dikilerek seyrediyordu ikimizi hafiften bastırmaya çalıştığı bir gülümsemeyle. Bu arada çalıştığımız kağıdın müsveddesini aldım çok hoş bir anı olarak. Joey sahne için temize çekti bir daha. Mesela şimdi bakıyorum, “boorada olemaktan chalk mootlu’use” yazmış bir örnek vermek gerekirse. Aslında her şeyi İngilizce de söyleyebilirdi kendi rahatını ve milletin nasılsa anlayacağını düşünerek, ama o böyle bir jest yapmayı çok daha uygun buldu ve biz ona sadece hayran olduk bir kez daha. (Sahnede bir tek “sağolun”da tekledi, eh, o kadar da olsun, şımarmayın!)
Çalışmamız bitti ve daha önce de dediğim gibi foto konusunda hassas olduklarından şimdi sahne kıyafetleri içindeyken rahat rahat fotoğraflarımızı çektirdik. İki yandan belime sarılmış Joey ve Eric ile onların süper göründüğü, benimse topaç gibi çıktığım resimlerim var artık. (Ben esas onlarla gitmeden sarmaş dolaş canciğer kuzu sarması çektirdiklerimizi seviyorum, çok samimi onlar, çok sevimli.) Bu arada DVD’nin Türkçe çevirisini yapmış olan Onur’umuz da Manowar’a tahsis edilmiş olan odaya gelmişti ve o da Joey’nin ağzından dökülen övgüleri huşu içinde dinliyor, resim çektiriyor ve hacı olmanın keyfini yaşıyordu. (Ulan ben King’imle hacı olana kadar kaç yıl bekledim, şimdiki gençlik her şeyi çok erken yaşıyo mirim!!! :P)
Joey bu arada, diğer elemanların yaptığı gibi, sürekli bize teşekkür ediyor, profesyonelliğimizden dolayı bizi kutluyor ve övgüler yağdırıyordu. Bu esnada “Sizi sahneye çağırıp teşekkür edicem” dedi, biz de “Olur tabi, hay hay” dedik, bunu gerçekleştireceğini hiç düşünmeyerek. Sonra Eric, security adamcığı Brian’ı çağırdı, eline kıvrılmış bir havlu tutuşturdu ve onunla kas çalışıp pazularını şişirdi. Ve artık hazırdılar! Sahnenin herhangi bir yerinden izlememiz için bizi davet ettiler ve konser başladı nihayet!
İlk parçada Joey’e göre sağında duruyordum ve mutlu mesut izlemeye koyulmuştum ki ilk parçanın sonlarında bana bir şeyi işaret etti, baktım ki çekim yapan birinden kamerasını almamı istiyor, sahneye fırladım aldım, John’a teslim ettim. İlk olayı atlattık, hadi bakalım derken yer değiştirdim bir ara, bakalım öbür taraf nasıl diye. Hem Eric’le artık had safhada samimiydik, gruptaki “kankam” ve ilk andan beri sürekli beraber takıldığımız eleman oydu ve onun “yolu” üzerinde durmak daha eğlenceli ve olaya daha yakın olacaktı. Gerçekten de her arkaya koşturup soluklandığında bana sırıtıyor, kadehini kaldırıyor ve şaklabanlıklar yapıyordu. Ben de ona mosh çekiyor ve çok eğlendiğimi belli ediyordum. Bir ara aşağı inmem gerektiği halde beni tutup “Nereye gidiyorsun??” dedi ama ben zaten kısa sürede geri döndüm. Konserin başında ufak aksilikler yaşandı, bir ara monitör düştü, bir ara elektrik sorunu yaşandı, ama bunlar fazla sinir bozukluğu ve stres yaşatmadan hemen halledildi.
Ve sonra hiçbirşeyden habersiz Joey’in solosunu izlerken bir anda durdu ve beni sahneye çağırdı. Bunu gerçekten hiç beklemiyordum, “İmdat!” diye düşünerek ona doğru yürüdüm. Beşbin kadar burun önünde Joey ile sahnede olmak tarifi zor bir duyguydu. Bir teşekkür faslı yaşandı, bir de Onur’u anons etmemi istedi, o da gelip hacılığının doruk noktasını yaşamak üzere yanımızda yer aldı. Emre de gelmişti ve Joey ellerimize birer bira tutuşturdu, “Şerefe!” dedi ve biralarımızı tokuşturduk, Emre kafamdan aşağı dökerken Joey de meşhur “bin metre yukardan ağzına boca etme” hareketini yapıyordu. Bitirdi, Joey’le ben sarıldık, ve bizler yüzü gözü bira içinde olan mutlu pis metalciler olarak sahne yanında yerimizi aldık yine. (Sonradan sanırım forumlardan birinde mi, ekşi sözlükte mi ne, bizden “üç dallamayı sahneye çıkardılar” diye bahsedilmiş. Çok güldüm! O üç dallama sayesinde sonunda Manowar’ı canlı izleyebildiğini düşünemeyen bazı yurdum mallarına buradan el sallıyor ve “yazık ayol” diyorum. Bizimle beraber şaşkınlığımızı ve mutluluğumuzu paylaşan büyük çoğunluğu ve bana mesajlar atan öğrenciklerimi de kucaklıyorum!)
Konserin devamını izlerken maalesef arkada olan bazı olaylar yüzünden sahneden inip onlarla ilgilenmek zorunda kaldım. Bu korkunç bir şeydi benim için. Senelerdir beklediğimiz bir konseri sonunda biz gerçekleştirmiştik, çok iyi geçiyordu, adamlar çok memnundu, üstelik esas beklediğim parçalar daha çalınacaktı, günlerdir bunun için koşturuyor, gece gündüz demeden çalışıyordum, yeri geldiğinde aç susuz ya da uykusuz şekilde, ve ne oldu? Benim tamamen dışımdaki bir olay yüzünden yarısını kaçırdım! Tam hallettim, yine sahneye koşayım derken bir baktım ki önden Eric, arkasından grubun geri kalanı, sahneden inmekte ve bana doğru yürümekte, havlular boyunlarında. Şok oldum. Eric “Nerdeydin??? Seni aradım sürekli!!!!” dedi, ben de “Bi sorun vardı da…a…ama bis yapacaksınız dimi daha?” diye bir ümitle cevap verdim. O ise “Yaptık bis’i de! Hepsi bitti!! Nerdeydin???” diyip iyice yıkılmama sebep oldu. Şovun yarısını kaçırmış olmanın verdiği sinir yüzümden okunuyordu. Joey ve Eric şov sonrası kuliste yemekteyken sürekli benimle konuşarak, dertleşerek beni teselli ettiler. Bir ara masada sadece üçümüz, bir yanımda biri, bir yanımda diğeri kalmış hala daha konuşuyorduk. Ama teselli bulmak zordu gerçekten.
Toparlandıklarında crew yine kendi oteline gitti, ben de grubu otellerine götürdüm. Biraz daha muhabbet filan sonrasında ben de kendi otelime dönüp yattım.
Pazar, 7 Ağustos 2005
Bugün Karl ve ekipten isteyen üç elemanla ufak bir tarih ve kültür turu yapılacaktı. Diğerleri otelde yatıp dinlenme ihtiyacı hissediyorlardı. Crew’la ilgilenen rehber arkadaşımız Levent ve ben dört isteyeni alıp Ayasofya’ya gittik. Karl ve ekipten Rick girmek istedi, diğer ikisi yemeğe gitmek istediler. Böylece Levent onları aldı gitti, ben de Karl ve Rick’le Ayasofya’ya girdim. Bu sırada Karl’ın “Bazılarının kültürden hiç bir şey anladığı yok!” diye yemeğe giden arkadaşları hakkında söylenmesi de görülmeye değerdi. O ve Rick Ayasofya’nın hakkını vererek, her taşı, her işareti, her mozaiği kırk saat inceleyerek ve hayranlıklarını gizlemeden gezdiler. Hatta bizim bilmediklerimizi, “Jüstinyen şöyle yapmış böyle etmiş” diye Karl bize anlattı! Kendisi gayet dindar büyümüşken, din tarihi okudukça ve büyük dinlerin insanları nasıl kullandığını gördükçe dinlerden soğumuş, ama “ancient history” meraklısı olarak hala daha bu konularda kitaplar okuyup duruyor. Onunla gezmek çok zevkliydi. Sürekli birbirimizi, “Şuna bak!”, “Gel gel şunu mutlaka görmelisin!” falan diye oradan oraya çağırıyorduk, tarih konuşuyor ve fotoğraflar çekiyorduk. Arada diğer ziyaretçilerin Karl’a bakışları da eğlence konusu oldu bize. Uzun boylu, uzun sapsarı saçlı bir adam birsürü Japon, Hintli falan arasında dikkat çekiyor ister istemez. Bir tanesi, sanırım bu arkadaş Türk’tü, “You look like John Lennon!” yorumunu yapmış, Karl da “Şşş, hala hayatta olduğumu yaymayın sakın!” diye cevap vermişti. Şimdi bir takım Japonların çektikleri sütun, mozaik falan fotoğraflarında arka planda Manowar gitaristinin görülebildiği düşüncesi da bizi eğlendiren bir detaydı.
Ayasofya’yı bitirdik. Artık genelde çok sessiz olan Karl’ın aslında ne kadar hoş bir sohbet partneri olduğunu görmüş ve ince espri anlayışına tanık olmuştum bol bol. Çok da kibardı diğerleri gibi. Bunun bir örneğini de dışarı çıkıp fanlarla karşılaştığımızda yaşadık. İki fan ona bazı hediyeler getirmişti, ancak esas bomba nereden buldukları belli olmayan ve üzeri anlaşılmaz bir dilde yazılı olan pet şişedeki kımız’dı!!! Bundan bir yudum alan Karl’ın çektiği eziyeti gözlerinde görsem de fanlara sadece “Enteresan bir tat…” demekle yetindi kusmak yerine. Sonradan, fanlar gittiğinde, bana hiç kımız içip içmediğimi sordu, elbette hayır dedim, “Seyda, sana bir tavsiyede bulunmama izin ver – ASLA, ama ASLA denememelisin bile!!!” dedi. (O sırada aklıma Eric’e İspanya’da ne olduğunu söylemeden yedirilen geleneksel yemek geldi – “boğa yumurtası” olduğu sonradan söylenmiş, feci iğrenmişler.) Ama arkadaşlarına bir oyun oynamak için şişeyi yanına almayı da ihmal etmedi, çünkü ona bunun “gerçek savaşçı içeceği” olduğunu söylemiştim, o da arkadaşlarının ne kadar savaşçı olduklarını ölçmeye karar vermişti!
Karl, Rick ve ben sonra Sultanahmet Camii’ne doğru yürüdük ve o tarafları gezmeye başladık. Bu arada Karl’ın örümceklerden feci iğrendiğini ama köpekleri acaip sevdiğini öğrendim. Kendi halinde bir sokak köpeciğinin fotoğraflarını çekmeyi de ihmal etmedi. Biraz sonra diğer iki eleman ve Levent ile birlikte Onur da bize katıldı. Biraz alışveriş olayına girildi. Satıcılardan birinin “Haa, sizin kasetiniz vardı bende lisedeyken” demesi ve sonra Karl’ın orada bir akustik gitarı kurcalaması biraz renk getirdi olaya. Bundan sonra maalesef Yerebatan sarnıcı’nı gezmeye vaktimiz kalmamıştı, o yüzden mısır, dondurma vb. aburcuburlarımız elimizde minibüsümüze döndük.
Bu arada Karl ile Amerikan ve Türk halklarını ve içinde bulundukları durumları konuştuk, karşılaştırdık, birçok benzerlik de bulduk, özellikle eğitim sistemiyle alakalı. Çok ciddi ve aynı zamanda zevkli bir sohbetti bir ara minibüste yaptığımız. Yeri gelmişken ona Eric’in bahsettiği sakal meselesini de sordum. “Yanlış anlamışlar beni” dedi. “Ben onlara şeriat’la yönetilen ülkelerden bahsederken bazı örnekler verdim, onlar burası sanmış!” Eh, dikkatli dinlemek lazım tabii! :)
Otelde akşam yemeği için hazırlandım. Hani akşam yemeği diye biraz da şekil yaptım, bluz, etek falan. Süs püs bitince tam lobiye doğru gidiyordum ki Joey ile karşılaştım – gözlerini faltaşı gibi açıp “Şu güzelliğe bak!” demesi hoşuma gitmedi değil! Yine de hava şartları beni acaba uygun giyindim mi diye düşünceler içindeyken beni görünce “Ne kadar güzel olmuşsun!!!” şeklinde yine çok ego okşayıcı bir tepki veren Eric üşüme ihtimalime karşın tam bir kavalye olarak yanına bir de deri mont aldı. Şımardım bu düşüncelilik karşısında tabii.
Grup deriler içinde, yanlarında süspüs yapmış ben, gayet rakınrol bir görüntü içinde aracımıza binip Gelik restorana gittik. Koca bir masa rezerve edilmişti bize. Grup ve crew zaten 17 kişi falandı, bizlerden de benim dışımda elbette Emre (Alkoç) ve Erdem (Çapar), ayrıca yukarıda bahsettiğim Levent ve Tağmaç vardı.
Joey bizi baş köşeye oturttu ve yemek siparişleri verildikten sonra fıkralar ve anekdotları bizi gülmekten kırıp geçirdi. Joey ve Eric Papa’yla ilgili fıkralarda resmen birbirleriyle yarıştılar, ve inanın ikisinin de ne kadar komik olduklarını burada anlatmanın hiçbir yolu yok! Ama fıkralar bir yana, Joey’nin her ülkede karşılaştığı “milliyetçi insan tiplemesi” tasvirleri bizi yere yıktı. Tarif edemeyeceğim bir yüz ifadesi ve aksanla (ki yanımda oturduğu için ciddi bir ifadeyle direk gözümün içine bakarak anlatması daha da kopartıyordu beni) “Listen, Joey, you are a good boy, I will tell you the real story, give me an hour, come to my house and don’t speak, I will tell you how for fourhundred years X (herhangi bir millet düşünün burada) kicked our ass, you are American, Americans are stupid, but it is not your fault, it is your schools, so here it is, the real story, give me five hours time and come to my house and I will tell you” diye nefes almadan ve tekrar ede ede bu insan türünün taklidini yaparken gerçekten sandalyelerimizden düşecektik artık. Keşke kaydedilebilseydi de ne demek istediğimi anlayabilseydiniz…
İçkilerimiz geldiğinde ise Joey uzun ve etkileyici bir teşekkür konuşması yaparak ve bize kadeh kaldırarak onurlandırdı bizi. Tüm bunları kendi ekibi kaydetti, ayrıca henüz hangilerimizle röportaj yapılmadıysa bunlar da tamamlandı. Yemekler yenirken bundan sonraki planlarımızı konuştuk bir yandan da. Çok heyecan verici olduklarını söylemekle yetineyim şimdilik! Belki bir tek, Türkçe parça yapacaklarını söyleyen gruba inanmayan, “sadece gaza gelip öyle diyorlar” diyen kişilere yönelik bir açıklama yapabilirim: arkadaşlar, bir sonraki Manowar albümü planlandığı gibi giderse çift CD’den oluşacak. Bunlardan biri “normal” albüm, diğeri ise albümdeki parçaların yaklaşık 12 ayrı dilde söylenmiş halleri olacak. Bunlardan biri de Türkçe olacak. Bunun dışında bir şey söylemeyeyim o gece konuşulanlarla ilgili şimdilik. Gerçekleştikçe haber alırsınız yine benden.
Uzun ve çok keyifli bir yemekten sonra yine minibüslerimizin yanına gittik ama binmeden önce Karl’ın planı gerçekleştirilecekti daha! Kendi kameraları karşısında öğüre böğüre kımız içtiler, crew’a da içirildi, arada “gerçek bir savaşçı olmak istiyorsan içmelisinnn!!!!” diye baskı kuruldu, Joey ve Erdem’imiz gayet istiflerini bozmadan içtiler, güvenlikçi Brian bile içmek zorunda bırakıldı, bu çok taşkın, çok bağırtılı görüntüleri sanıyorum ki daha çok eğlenerek izlerler ağızlarındaki tat silindikten sonra! :p
Evet, her zamanki gibi ben yine grubumu otele götürdüm, sonra da kendim gittim yattım. Ertesi gün ayrılık günüydü.
Pazartesi, 8 Ağustos 2005
Kahvaltıda crew’dan bazı elemanlarla takılırken bir tanesi “Off, deli gibi iş var şimdi İspanya’da yine!” diye iç geçirdi, ben “Ama çok önemli bir iş yapıyorsunuz, ne de olsa siz Soldiers of Death mi işte öyle birşeysiniz1” diye sırıtarak cevap verdim, bir diğeri bunun üzerine “Off, niye hatırlattın yaa!” diye patladı, güldük. Böyle eğlenceli başlayan gün aslında ayrılık hüznü de barındırıyordu tabii. Kendi otelimdeki işleri hallettikten sonra Polat’a gittim yine.
Lobide önce menajer John’la bazı işlerimiz vardı, sonra bir takım dökümleri grup elemanlarına vermemi rica etti. Eric duş yapmış, açık mavi eşofman altıyla odasını topluyordu. Sabahtan havuz olayına girmişti. Bavulları toplu ama açıktı hala, en üstte duran DVD dikkatimi çekti, “The Sopranos” diye bir film. “Aaa, bilmiyormuşun, şöyle güzel, böyle süper” diye anlattı. Daha sonra lobide buluştuğumuzda daha Scott ve Joey’i beklememiz gerekiyordu, bir toplantıdaydılar. Rehberlerimiz Yalkın ve Gökhan’ın yanı sıra Karl yine sessiz sakin oturuyor, Eric’le ben muhabbet ediyor, o bana sırt masajı yapıyor, fotoğraf çekiliyor, “Çok özlicem lağğnnn” diyerek birbirimizden ne kadar hoşnut kaldığımızı dile getiriyor ve ona buna gülüp duruyorduk. Yine hiç susmak bilmeyen telefonuma şaka yollu kızıyor ama bir yandan da ne kadar profesyonel, pratik çözümler üreten ve zeki biri olduğumu hem bana, hem Emre’ye anlatıp duruyor, “Ehm, tabii, öyleyimdir ayol” diye koltuklarımı kabartıyordu.
Nihayet diğer ikisinin de işi bitti ve yola koyulduk. Havaalanında check-in sırasında gülüp eğlenmeye devam ettik, fakat Joey’nin işi biraz uzayınca diğer elemanları pasaport kontrole artık götürelim bari diyip oraya doğru yol aldık. Ayrılma sahnemiz görülmeye değerdi! Eric’le sımsıkı sarıldık on saat, sonra diğerleriyle vedalaştı, sonra bana bir daha dönüp “Gel kadın buraya!...” diyerek tekrar sarıldı, havaya kaldırdı…Yere indirdikten sonra “Mutlaka yaz bana! Çok özlicem!!” sözlerini yineledi, ve sonra artık onu uğurlamak zorunda kaldık…
Bir tek Joey kalmıştı artık geriye. Onun da işi hallolunca beraber pasaport kontrole doğru gittik yine, ve onunla da sarılıp öpüşüp şu zaman şöyle yapacağız diye planlar yapıp vedalaştık. Bize tekrar tekrar teşekkür etti ve bizimle çalışmanın ne kadar keyifli olduğunu söyledi, onun gibi mükemmeliyetçi ve aynı zamanda yıllardır bu piyasada her şeyi görmüş olan çok deneyimli ve donanımlı birinin bu övgü dolu sözleri de bizi fazlasıyla mutlu etti ve tüm çabalarımıza ve yorgunluğumuza değdiği hissini yaşattı. Her iki taraf da birbirinden çok memnun kalmış olarak ayrıldık ve ben günler sonra tekrar evime döndüm. İşte ilk Manowar “destanımız” böyle son buldu, ama bunun devamı gelecek, bundan emin olabilirsiniz…
Biraz daha laflamak istiyorum!
Şşşt sen, okur, iyi misin? ŞAP ŞAP (tokatlama efekti) !!! Hah, kendine geldin mi? Dur daha ondan bundan konuşmak istiyorum ben, hemen pes etmek yok! Aaa, yine bayıldı! ŞLOFT (başından aşağı kovayla su dökme efekti)!!!! Hah bak bakiim, böyle aklıma gelen ıvır zıvırdan bahsetmek istiyorum daha. Bak, aşşaada! Oku!
Ondan bundan köşesi:
Mesela Eric’in kendi kendine odasında ya da lobide ya da backstage’de mırmır şarkı söylemesi çok şirin bir olaydı. Onca vokalist (ya da şarkıcı!) tanıdım, işini konser dışındaki zamanlarda da yapanını görmedim, konser öncesi ses açmalar hariç (ha bi de Anathema tayfası hariç, ama İngilizler zaten şarkı söylemeden duramıyor sarhoşken).
WOTW albümündeki sembolleri sordum Eric’e. “Her birimizi temsil eden sembollerimiz onlar” diyip açıkladı: “Daire sembolü Joey’in Circle’ını temsil ediyor. Üçgen sembolü benim, ok ucu gibi olduğu için. İki paralel çizgiden oluşan şey Scott’un sembolü, bagetlerini temsil ediyor. Eh, Karl da kare’de karar kıldı.”
Başka bir yan bilgi, Karl’ın sigara dumanına alerjisinin olması, grupta zaten Scott dışında kimsenin sigara içmemesiydi.
Grubun kılık-kıyafetten sorumlu elemanı “Mama Dee” kendisine “bebek bakıcısı” diyor ve Manowar’la yaptığı işi “tatil” gibi değerlendiriyor. Bana çeşitli ülkelerle ilgili inanılmaz Manowar hikayeleri anlatan bu süper hatun, 50küsür yaşında olmasına rağmen ne yaşını gösteriyor, ne de yaşına göre davranıyor. Davulcu olarak başladığı müzik hayatına daha sonra Metallica ve birçok başka grupla çalışarak devam etmiş, tur menejerliğinden tut da otobüş şöförlüğüne kadar her işi bilen ve yapmış bir hemcinsim. Önünde saygıyla eğiliyor ve “hastasıyım!!!” diyorum.
Joey’nin sol gözündeki sorun, onu aslında daha da karizmatik kılıyor ve zaten hafif teatral ve inanılmaz etkileyici konuşma biçiminin altını çizmeye katkıda bulunuyor.
Karl teknoloji düşmanı, dijital fotoğraf makinelerinden nefret ediyor örneğin, email’i bile yok! Bana kız arkadaşınınkini verdi o yüzden! :)
Scott son derece rahat ve olumlu, her şeyden memnun olan, çok rahat ve kendi halinde biri. Boş zamanlarında genelde otel odasında takıldı.
Eric’in, kendisi gibi bir avcı olan James Hetfield’le arası gayet iyiymiş. Sepultura elemanlarını da çok severmiş. “Tekrar gelirlerse benden selam söyle mutlaka!” dedi.
Beklenenin aksine grup backstage’de bekleşen kızlarla ilgilenmedi, hatta haklarında konuşulanları aktarırdım ama aktarmiim en iyisi! :) Zira orada burada bazı kızların “Eric bize yazdı” filan diye hikayeler anlattığını duydum, e yazık, üzmeyelim onları, kalpleri kırılmasın. Ben kıs kıs gülmeye devam edeceğim sadece bu şekilde prim yapmaya çalışan arkadaşlara.
Grubun bana verdiği onyüzbinmilyon tane tişört, single, albüm, DVD, şu, bu’ya karşılık ben de Eric’e bir nazar boncuğu, bir de bana ait bir İstanbul rehberi kitapçığımı imzalayıp verdim, “Hep sen mi imzalıycan yani!” diyerek. Çok güldük.
Kendisi aynı zamanda “Vaay! Sen Eric Adams’sın!” diye yanına gelip sonra başka bir şey konuşmayıp suratına bakanlarla karşılaşınca garip hissettiğini söylüyor ve “Ben de herkeş gibi biriyim, ben de pantolonlarımı herkes gibi giyiyorum…” diyor. Ne mütevazi. Ne güzel.
Joey bir ara “Osmanlılar parti yapmayı biliyormuş!” diye on saat bize Harem olayını övdü! Hatta Erdem’in ona “Türkler zaten ezelden beri Manowar fanıymış” diyerek öğrettiği “at, avrat, silah” deyimini hemen benimsedi! :)
Çok sevgili, çok eski bir arkadaşımız, Joey’nin kendisiyle ilgili fikirlerini ve planlarını duyunca kafayı yiyecek! (Hmm, merak edin tabii!)
Eric’le gittiklerinden beri bağlantıdayım, telefon, mail vs. şeklinde. İspanya’da festivale kadar geçen süre içinde çok sıkıldığını ve İstanbul’u özlediğini, aynı zamanda festival headliner’larından Korn’u hiç sevmediğini ve izlemeyeceğini, onların alt grubunun Motörhead olmasını zaten çok ters bulduğunu söyleyebilirim örneğin.
Joey ve John ise geçenlerde cepten aradı (vay amma hava attım ha! ehe) ve heyecanlı haberler verdiler. Sölemicem ama şimdi. :)
Biraz da kızalım köşesi:
Konser sonrası orada burada okuduğum yorumlardan iki tanesi beni hem çok güldürdü, aynı zamanda da sinirlendirdi. Paylaşmak istiyorum:
Birileri demiş ki “konser boyunca banner” (bilelim öğrenelim köşesi: onun adı banner değil, backdrop) “bir türlü doğru düzgün asılamadı, rahatsız olduk, konseri seyredemedik”. Cevabım şu olacak: “Güzel arkadaşım, sen grubu mu izlemeye geldin, backdrop’u mu? ” Kabul, benim de dikkatim dağılabilirdi bir-iki saniyeliğine, normaldir, ama grubun fanıysam grubu izlemeye gayret ederdim ben gözümü ayırmadan. Müzik olaylarını takip ediyorsanız bilmeniz gerekir, küçük (ya da çok büyük) aksaklıklar her ülkede, her konserde, en büyük ve en eski festivallerde bile olabilir ve oluyor. Yıllardır beklediğiniz grubu sonunda canlı izleyebildiğinize sevinmiyorsunuz da böyle şeylere takılıyorsunuz ya, pes!
Bir diğer arkadaşımız ise “playlist kötüydü, organizatörlerin zevksizliği tabii, onlar grubu bu yönde etkilemişlerdir” demiş. Bu arkadaş sanırım playlist’ler şöyle oluşur sanıyor:
Organizatör: Joey’cim bak şimdi şu intro’yla giriyorsunuz…
Joey (boynu bükük, ellerini kavuşturmuş): Tamam abi…
Organizatör: Sonra şunu, şunu, şunu çalıyorsunuz…
Joey: Peki abi, sen ne dersen abi…
Organizatör: Eric, bak, sen şurda seyirciye çığlık attır…
Eric: Başım üstüne abi…ama yaparlar mı ki abi? Hani gelenekler falan…
Organizatör: Tabi tabi, sever onlar öyle şeyleri. Karl! Beni dinle …
(ve böyle gider)
Yahu bazen şu internet denen şeyden ciddi biçimde nefret ediyorum. Neden virüs tarayıcıları falan var da cahil tarayıcısı, ukala filtresi filan yok? Eski, mutlu günlerimizde sadece etrafımızda gördüklerimize, duyduklarımıza katlanmak zorundaydık. Şimdi artık kaçış yok! Eline klavye geçiren her organizma her yerde yorum ve eleştiri yapma ve yayınlama hakkını buluyor kendinde! Herkes eksper, herkes organizatör, herkes müzik piyasasını yalamış yutmuş!!! Arkadaşlar, bilip bilmeden konuşmayın, bu bir, bir kere de bir şeylerden mutlu olun, bu iki! Hayır, bizi motive etmeniz için demiyorum. Biz zaten özümüzdeki hipermotivasyonumuzla kendi kendimize mutlu oluyoruz “sevdiğimiz şu grubu getirdik sonunda, seyrettik, tanıdık, takdirlerini kazandık, çok memnun kaldılar, Türkiye’de şu ilki gerçekleştirdik, bizim gibi gerçek fanlarla, metal kardeşlerimizle bu olayı paylaştık, hadi şimdi de şunu yapalım” filan diye, ve hiç kimse zaten bizi bundan alıkoyamaz. Ama siz çok stres yapıyorsunuz valla. Bünyenize zarar. Rahat olun, eğlenin. Konserler, festivaller eğlenceli şeylerdir aslında. Valla bak, eğlenin diye düzenleniyor. Deneyin bi.
Dur yaa, yere bişi damlıyor. Aaa, beynim akmaya başlamış. O kadar da uzun yazmadım halbuki, daha şey diycektirldm….Hadi arkadaşlar, ben yerleri sil…brlapufvbhal…d98450 fjsj lsdkjc …dızzzz bzzzzttttt…………(devreleri yanar, yazı biter).
Seyda “Abigail" Babaoğlu
METALİN KRALLARI İSTANBUL’DA – Seyda’nın MANOWAR günlüğü
Bu yazıya başlamak ürkütüyor beni biraz. Grupla geçirdiğim beş gün boyunca o kadar çok şey yaşandı ve konuşuldu ki umarım hepsini toparlamakta zorluk çekmem. Aslında bilen bilir, ben bu yazıları kendi kendime anı olsun amacıyla yazarım en başta, ama bir günlüğün tozlu sayfalarında heba olacağına illaki ilgisini çekecek insanlar da vardır diye yayınlayarak paylaşım olayına girerim. Bu yüzden her zamanki gibi şimdiden uyarayım, son derece uzun bir yazı olacak bu (üstelik kendi kopyama ekleyeceğim, sadece bana özel bölümler hariç olarak bile çok uzun olacak :P), mızmızlanmayın. Neyse, başlayalım bakalım, gerisi gelir. Aralarda nabzınızı yoklayın, kalkın dolaşın, esneme hareketleri yapın ve ancak ondan sonra okumaya devam edin.
Şimdi efendim, ilk önce RTN Promotions’taki asli görevimin gruplara rehberlik etmek olduğunu hatırlatarak başlayayım. Dolayısıyla Manowar’a rehberlik edeceğim de çok önceden belliydi. Bunun için tatilimi ona göre ayarladım ve 2 Ağustos Salı günü İstanbul’a döndüm. Ertesi gün ofise gittim detayları konuşmak için. Ve akşamında da tur menejeri John Pettigrass’ın kaldığı otele gidip kendisiyle sabah saat üçbuçuğa kadar süren bir toplantı yaptık. Joey erken gelecek olmasına rağmen bir sağlık engeli yaşamıştı ve ancak Cuma gelebileceği bu gece konfirme oldu. Grubun geri kalanı Perşembe gelecekti, o yüzden toplantı biter bitmez uykuya koştuk.
Ertesi gün oldu, havaalanına gidildi. Bundan sonrasını günlere bölerek anlatayım ki takip etmesi daha kolay olsun. İşte buyrun:
Perşembe, 4 Ağustos 2005
Havaalanına, grubu ve kalabalık crew’un bir bölümünü karşılamak üzere benim dışında bir de bu konserde diğer gruplara ve crew’larına rehberlik edecek Yalkın, Gökhan, Levent ve Agop arkadaşlarımız gelmişti. Beşimiz beklerken bir baktık ki uzun boylu, uzun saçlı, şapkalı bir eleman çıktı ilk önce. Yüzü görünmüyordu pek. “Metalci bu harekete doğru gelir” diyerek mosh çektim kendisine, bir yandan elimizdeki Magic Circle Music/Rock the Nations tabelasını kaldırarak. Sırıtarak bize doğru yürümeye başladı, Scott Colombus’tu bu. Önce kendimi, sonra arkadaşları tanıttım, çok sevimli ve sempatikti. Saatlerdir sigara içememiş olmaktan dolayı (NY’tan gelmişlerdi) diğerlerini beklerken dışarı koşturup bir tane içmek istedi, birimiz onunla gitti. Derken Eric Adams çıktı kapıdan ve bize doğru geldi. Onu da aynı kibarlıkla karşıladım, o da son derece kibar karşılık verdi. Yavaş yavaş Karl Logan ve tüm ekip de katıldı bize. Minibüslerimizin kapıya gelmesini beklerken Eric bana saçlarımın doğal olup olmadığını sordu, “Doğal tabi, ne sandın ehehe” dedim, ben de onun çok şirin kıvrılmış bir buklesini elime alıp “Bu da doğal herhalde” dedim, evet dedi. “Nemli ortamlarda böyle Shirley Temple gibi kıvrılıyorlar abartıp” dedi, “Hmm, benim için sorun olmuyor ama bir savaşçının Shirley Temple’a benzemesi hoş olmasa gerek” dedim, “Valla hiç olmuyo” dedi güldük. Bu arada saçında beyaz bişi vardı, gözümü rahatsız etti, “Alabilir miyim şunu saçından?” diye sordum, “Lütfen” dedi, böylece görüntüsünü de mükemmelleştirdik ve eşyaları yerleştirip birbirimize gayet ısınmış olarak otellere doğru yola çıktık. Crew ayrı, grup ayrı otelde kalacaktı. Giderken Eric bana, basın toplantısını acaba biraz daha geç bir saate alabilir miyiz diye sordu, çok yorgunlardı, ama pek mümkün olamayacaktı bu. Önce onları biraz dinlenecek vakitleri olsun diye kendi otellerine yerleştirdik (Polat Renaissance) ve sonra crew’u Akgün Otel’e götürdük.
Bu kadar çok adamla yerleşmek biraz uzun sürdü haliyle. Sonunda ben de kendi odama çıkabildim ve basın toplantısı için biraz tazelenme şansı buldum. Olmazsa olmaz King Diamond tişörtümle donanmış olarak grubu almaya gittim. Ne kadar dakik ve profesyonellerdi ki onca yorgunluk ve jetlag’lerine rağman söylenen zamanda lobide hazır bulunuyorlardı, hayran oldum. Başkası olsa o yorgunlukla binbir trip atar, geç gelir ya da iptal ederdi. Eric, King tişörtümü görünce yüzünü ekşiterek “King Diamond’s not happening any more…”dedi (yani artık popüler değil gibi bir anlamda). Ben de “Olsun, o benim biricik idolüm” diye karşılık verdim. “Peki tanıyor musun?” diye sordu, “Burada kaldığı iki gün boyunca rehberi bendim, çok iyi tanıyorum, davulcusu da çok iyi arkadaşım” dedim. “Hmm, peki…” diyip bir şeyleri içine attığını belli ederek sustu. Daha sonra dayanamadı yine. Minibüsteydik artık, yanımda oturuyordu ve yine konuyu açtı. “Sana sonra onunla ilgili bir hikaye anlatacağım”dedi, yemekte anlatmasına karar verdik. Bu arada İstiklal’den seyrederek Mephisto’nun önüne geldik ve inip üst kata yerleştik. Yemekler hazırdı, sofraya oturduk ve Eric kulağıma eğilerek anlatmaya başladı King’le 80’lerde yaşadıklarını ve ondan neden hiç hazzetmediğini. Ben savundum tabii, ama Eric hala onun adam olmadığı, erkek gibi karşısına çıkması gerektiği görüşünde. Bana da Manowar girlie’si yollamaya karar verdi King tişörtüme dayanamayarak! :) Bu arada Motörhead’le de ilgili bir hikaye anlattı ve kankası Lemmy hakkında enteresan açıklamalarda bulundu. Yalnız bunları yaymamamı istediği için burada verdiğim sözü tutmalı ve susmalıyım.
Sofrada konu “ben ve Manowar” ilişkisine gelince, müziklerinin ezelden beri fanı olduğumu ama grubun imajıyla ilgili sorunlarım olduğunu, özellikle de buradaki bazı fanlarının insanı gerçekten de “Manowar dinliyorum” demekten utandırdıklarını anlattım. Örnek istediler, bazı enstantaneler anlattım, gözleri faltaşı gibi açılarak dinlerken inanamadılar, kahkahalarla yerlere yattılar ve bana hak veren yorumlar yaptılar.
Yemekte Eric’in emailini de aldım, konu ona buna forward edilen ve benim hiç hoşlanmadığım fıkra olayına geldi. “Dur ben sana bi tane anlatiim” dedi, anlattı, yere düşüyordum nerdeyse gülmekten. Gerçi yazılı olarak aynı etkiyi asla yaratmaz, Eric’in mimikleriyle, aksanıyla ve ses tonuyla dinlemek/izlemek lazım, ama bunun üzerine “Tamam, sen bana yollayabilirsin, seninkileri okurum!” diye garanti verdim.
Konuştuğumuz ayrı bir konu ise Türkiye idi. Burası hakkında tek bildikleri şey haberlerde görüp duydukları bazı terör olayları falandı ve ciddi biçimde ürkütülmüşlerdi, herkes onlara “Manyak mısınız, gidilmez oraya, Ortadoğu’da ne işiniz var” demişti. Bense kendilerini bu konuda daha sağlıklı bir şekilde bilgilendirmeye çalışıp o konuda rahat olmalarını sağladım çeşitli örnek ve açıklamalarla.
Fakat Türk insanının gelenek ve hassasiyetleri ayrı bir tedirginlik konusuydu. Eric sürekli “Yaa şimdi bilmiyorum ki insanlar nelerden alınabilir, burası çok farklı bir kültür, kimseyi kızdırmak istemem” diyor, ben de “Boşver yaa, rahat ol, birini kızdırdığın zaman zaten o bunu sana en direk yoldan bildirir!” diyerek tedirginliğini daha da arttırarak eğleniyordum. Ama sonra onu ikna edebildim İstanbul’da göreceği ve karşılaşacağı insanların kendisinden ve arkadaşlarından çok da farklı olmadığına dair. Yine de bana çok azıcık belden aşağı olan bir fıkrayı bile anlatırken “Ya bak bu çok açık olabilir, rahatsız olursan söyle, off anlatiim mi bilmiyorum ki” şeklindeki serzenişleri çok şirindi. Arkadaş muhabbetlerimizi ve günlük hayatımızda etrafta uçuşan küfürleri duysa kendisini çok masum hissederdi eminim.
Yavaş yavaş basın toplantısı için hazırlıklar tamamlanmakta ve aşağı kata ineceğimiz an yaklaşmaktaydı. Tercümanlığını ben yapacaktım yine, dolayısıyla önce ben indim, sonra grup geldi yerleşti ve toplantı başladı. “Truva’yı gördünüz mü ya da orada çalmak ister miydiniz” sorusu üzerine Eric orayı görmesi gerektiğine karar verdi ve beni onu oraya uygun bir zamanda götürecek kişi olarak seçti, bir diğerinde de ona Türkçe konusunda yardımcı olmam gerektiğine karar verdi, diğer sorulara da bence gayet tatmin edici cevaplar verildi. Politikayla ilgili sorulara politik davranarak “biz politik bir grup değiliz” demeleri de gayet akıllıca. Lüzumsuz yanlış anlaşmalara ve lafların gereksiz yerlere çekilmesine izin vermemeyi ellerinden geldiğince hedef edinmişler. Eric basının bu konuda her lafı çarpıttığına inanıyor ve o yüzden de bu tip konulara hiç girmemeyi daha uygun buluyor. Efsanevi “Türkler ve köpekler giremez” geyiği ise grubu hala şoka sokmakta ve nereden geldiğini, nasıl oluştuğunu hala anlamamaktadırlar. Bunu daha sonra aramızda da konuştuk ve ortak kanı, bir delinin ortaya “Bakalım nereye varacak” diyerek böyle bir söylenti attığı ve bunda başarılı olup kulaktan kulağa yayılmasına sebep olduğu, yıllarca grubun haberi bile olmaksızın onları karaladığıydı.
Basın toplantısından sonra bireysel röportajlar vardı. CNN Türk’ünkini yapmamı rica ettiler, onun dışında biraz Mephisto’ya gelmiş olan kankalarla muhabbet etme şansı buldum. Bu ve önümüzdeki günlerde bu çok zor olacaktı yine zira.
İmza faslı vs.de bitince bizi beklemekte olan minibüse atlayıp tekrar otele doğru yola koyulduk. Bir ara Eric, minibüste detaylarını hatırlamadığım bir muhabbette elimi tutup kendi yanağına bir tokat attı. Ben de “Hmm, isabet oldu, Pleasure Slave için ufak bir intikam sayalım bunu” dedim, güldük. Elemanları otele bırakırken hepsi binbir teşekkür etti, “Harika iş çıkardın, çok sağol!” demeleri tüm yorgunluğa değdi. Ertesi gün için plan yapıldı ve ben de bir süre sonra otelime dönüp yattım.
Cuma, 5 Ağustos 2005
Uykumu almış şekilde kalktım, kahvaltı ettim, duş yaptım (Bunları niye anlatıyorum? Çünkü bir grup getirdiğimiz zaman bunlar bir lüks, genelde uyumaya bile vakit bulmayız 2-3 saatten fazla!) ve Polat’a gittim. Oradan Eric’i aldım ve ikimiz baş başa Kapalıçarşı’ya gittik. Yolda biz iki metalci olarak ondan bundan konuşurken konu tabiiki metale ve oradan da Gorefest’e geldi, tanıyor mu diye sordum, tanımıyordu. Ben hastasıyım dedim, peki death metal hiç dinler mi diye sordum. Vokalleri sevmiyormuş müziği bazen sevse de. “Bense birçok farklı sesin ve vokal tarzının yanı sıra brutal vokal delisiyim” dedim, “E ama onu herkes yapar ki” dedi, “Olsun, güzel ama, seviom banene” diye ısrar ettim, “Ama şarkı söylemek bambaşka bişi” dedi, “yıllarca eğitim alman, sesini geliştirmen lazım, o yüzden bana vokalist denmesini sevmem zaten, onlar vokalist, ben şarkıcıyım!” diye ısrar etti, “Haklısın, harikasın sen, bambaşka bişisin” diyerek destek verdim ben de. Misafire vokalist denmez, ayıp. (Bu arada konser boyunca kendisini dinleyenlerden bazıları orda burda ettikleri “sesi artık ayvayı yemiş” laflarını fena halde yuttular sanırım! Halen billur gibi, halen insanın ruhunu parçalayıcı bir güce sahip!)
Avcılık merakından bahsetti sonra. Sadece ok ve yayla geyik ve yabandomuzu avına çıktığını, bunun için av sezonlarını takip ettiğini, en büyük tutkusu olduğunu söyledi. “Yaban domuzu mu? Çok tehlikeli!” dedim, “Son derece!” dedi. “Peki neden avlanıyorsun ki?” soruma şöyle karşılık verdi: “Düşünsene, kullanabileceğin tek bir okun var ve senden çok daha güçlü bir yaratık var karşında. Saf adrenalin! O oku yanlış kullanıp karşındaki hayvanı sinirlendirmek istemezsin. Tek hakkın var ve onu doğru kullanmak zorundasın. Bu bana inanılmaz bir duygu yaşatıyor!” “Ama hayvancıkları öldürdükten sonra ne yapıyorsun?” dedim, “Yiyorum” dedi. Bari boşuna ölmediklerini öğrendim. Yiyemeyeceği kısmını da av etlerini fakirlere dağıtan bir organizasyona veriyormuş. Hala beni rahatsız eden bir konu vardı. “Kafalarını evde şömine üzerine asan tiplerden misin?” dedim, “Asla” dedi, “kendini o şekilde kanıtlamaya çalışanlardan değilim”. “Peki Harley’in mi yoksa avcılık mı?” diye geyik bir soru soriim dedim, “Harika bir soru! Sanırım avcılık!” dedi. Bu adam bu konuda gerçekten fanatik. Hayatını da av sezonlarına göre düzenliyor. Önümüzdeki av sezonu başlayınca o günler boyunca kendisi diğer her işini bir kenara bırakıp sadece avlanıyor olacakmış. Ayrıca bir av DVD’si hazırlıyor. Son derece “açık” olacağından dayanamayacak insanların seyretmemesi gerektiğine inanıyor ve bunu belirten bir uyarı koymayı düşünüyor DVD’ye. Ayrıca New York State’te av kursları düzenliyor. Boş vakitlerinde zaten sürekli elinde geyik kapaklı bir av dergisi görmeniz mümkün!
Yolda giderken ayrıca “Türkiye’de insanlar sakalsız erkeklerden rahatsız oluyormuş” dedi, ben de “Kim sana bu saçmalıkları anlatıyor?” dedim, “Karl bir kitapta okumuş” dedi. “Bak güzelim” diyip Türkiye, Türkler, bazı fanatik kesimler vs. hakkında gerekli olduğunu düşündüğüm bilgiler verdim kendisine. Şaşırdı.
Sonra Kapalıçarşı’ya vardık. Bu arada kamuflaj desenli Wacken tişörtümü çok beğendiğini söyleyip kendi av kıyafetlerine benzetti. Harbi fanatik! Neyse, evine koyabileceği bir şey istiyordu, gezmeye başladık. Sürekli üzerine atlayan satıcılar onu çok eğlendirdi, hele köşeden çıkıverip ona asker selamı çakan bir elemanı görünce gülmekten kırıldı (sonra otelde tüm grup arkadaşlarına anlattı bu olayı). Biz gezerken Kurt Cobain tişörtlü bir çocuğun da kendisini tanıyıp “Menovır! Süper! Metalika!” demesi ayrıca yardı bizi. Ayasofya motifli bir duvar tabağı beğenip aldı, bir de duvara asmalık nazar boncuklarından. Gezdik dolaştık, arada resmini çektim (grup sahne kıyafetleriyle olmadıkları ve iyi görünmedikleri resimlere karşı biraz hassas yaklaştığından bunu yayınlamayıp sadece kişisel koleksiyonumda muhafaza edeceğim, diğer “sivil” resimlerle beraber. Fanlar evime gelip cüzi bir miktar karşılığında bunlara bakmaya davetlidir! :) Zaten sanırım evi artık bir rakınrol müzesine dönüştürmenin vakti gerçekten geldi de geçiyor!!!) Türkiye’ye özgü bir hayvan olmadığını birkaç dakika önce öğrendiği deve şeklindeki hediyeliklere güldü, biraz daha öyle gezdik takıldık, inanılmaz buldu ortamı, sonra da çıktık Sultanahmet’te gezelim diye. Kapalıçarşı’dan oraya yürürken kendisini daha önce kapkaç olayları hakkında bilgilendirdiğimden bir ara beni iyice yanına çekti “Arkadan gelen tipleri hiç gözüm tutmadı” diyerek, ben de Eric Adams korumasında dolaşmanın tadını çıkarttım.
Sultanahmet meydanına geldiğimizde biraz anlattım, bu budur, şu şudur diye, hepsinin önünde resmini çektim sonra ona yollamak üzere. Girip gezecek vaktimiz yoktu pek, zaten hava deli sıcaktı, sadece biraz gezip sonra orada köşede bulunan Sultan Pub’da dışarıda bir masaya oturduk ve içecek bir şeyler söyledik. İnanılmaz zevkli muhabbetlerimize orada devam ettik. Ben hiç bu kadar kibar ve centilmen bir adam beklemiyordum tanımadan önce. O da benimle beraber olmaktan çok zevk aldığını ve çok iyi vakit geçirdiğini tekrar tekrar söylüyordu. Konuştuğumuz konular arasında Irak savaşı vardı ve tamamen aynı fikirdeydik bu konuda. Ayrıca etrafı seyrederken Türkiye’yi hiç böyle hayal etmediğini ve daha çok bir İran/Irak/Arabistan tarzı görüntüler canlandırdığını söyledi kafasında, bilirsiniz, çöl, develer, ya da televizyonda gördüğü haber görüntüleri falan. Başörtüsü ve çarşaf hakkındaki sorularını cevaplandırırken ona Atatürk, Cumhuriyet, Kıyafet devrimi, Harf devrimi vb. şeyler anlattım on saat, ilgiyle dinledi ve sorular sordu.
Bir yerde konu yemeklere geldi. Overkill’in onlara “Aman abi, her şey harika ama yemek konusunda Burger King’den çıkmayın derim size!” dediğini anlattı, “Hadi len” dedim, “bizim mutfağımız dünyanın en iyilerindendir, bir ayran’ı sevmediler diye atıp tutmasınlar!” diye de ekledim gülerek. Meraklısına not: Eric balık yemezmiş bu arada, neler kaçırdığını bilmiyor!
Müzikten konuşurken kendisinin inanılmaz fanı olduğu Sarah Brightman’a geldi konu. Sesine delicesine hayranmış. Grup üyeleri onun bu fanatikliğini bildiklerinden Joey tesadüfen bu hanımla tanışınca ona Eric’ten bahsetmiş, meğer Sarah da Manowar hastasıymış! Joey “Bunu duyunca kafayı yiyecek!” diyip Eric’e olayı anlatmış. Bundan sonraki gelişmeleri bana anlattı ve sunduysa da burada anlatmamı istemediğinden ona da saygı duyup susuyorum yine…
Eric Corona’sını, ben de sodamı bitirince kalktık. Çok centilmence ısmarlamamı reddetti, “Seninle vakit geçirmek başlıbaşına bir zevk, bunun için ben sana teşekkür borçluyum!” diyerek hesabı ödedi ve en yakın taksiye atladık otele dönmek üzere. Polat’ın Alman Restoranı tarzındaki Bierstube’sine indik ve yemek için Scott’la buluştuk. Tağmaç arkadaşımız da oradaydı. Ben ona Eric’le gezimizi anlatırken Eric de Scott’a anlatıyordu. Derken artık topraklarımıza teşrif etmiş olan Joey DeMaio de aşağı yanımıza geldi ve “And who’s this beautiful lady?” diye tanıştırılmamızı isteyerek ilk dakikadan sempatimi kazandı! :) Gerçekten de Eric’in dediği gibiydi – etkileyici, eğlenceli ve çok kibar. Ama Eric onun sinirlendiğinde de ÇOK sinirlendiğini söylemişti. Bu gibi zamanlarda zaman zaman Eric’le bile çok ters konuşmaya başlarsa kendisi ona “Dikkat et, konuştuğun kişi BENİM!” diye çıkışmak zorunda kalıyormuş. “Ki onun en eski arkadaşı olarak onu sadece ben böyle uyarabiliyorum” demişti. Joey grubun işadamı olarak 24 saat grup için yaşıyor ve çabalıyor, dolayısıyla en ufak bir hata ve aksaklık kabul etmiyor. Her şeyin iyi gideceğini düşünüyor ve Joey’nin ters tarafıyla karşılaşacağımızı pek sanmıyordum. Yemek de çok keyifli geçti zaten. Yine fanlardan söz açıldı, ayrıca şu ana kadar yaşanan ve konuşulanlar Joey’e aktarıldı.
Soundcheck için yola çıkmadan Eric’in odasında müzik dinleme fırsatı buldum, son albüme sahip olmamam ve daha hiç dinleyememiş olmam onu dehşete düşürmüş ve hemen bu konuya bir çözüm getirmek istemişti. Ama ilk olarak burada yine anlatmamam gereken başka bir şey dinletti, onun için bu konuda yorum almak çok önemliydi, ben kafama taktığı kulaklıklardan yayılan sese konsantre olmuşken o da yüzüme konsantre olmuş, tepkilerimi ölçmeye çalışıyordu. Çok beğendim, çok sevindi. Sonra önümüzdeki albümden King of Kings’i dinletti. Yine ben kulaklıkla takılırken ve ritm tutarken o da ezbere bildiği ritme hafiften kafa sallayarak eşlik ediyor ve arada benim “Atımı getirin! Savaşa gitmeliyim!!!” şeklindeki gaza gelmelerime gülüyordu. Sonra WOTW’ü yerleştirdi beyaz Apple laptopuna. “Ne dinlemek istersin buradan?” diye sordu, seçtim birkaç tane. Bu arada sürekli “fight/steel/honour/metal” falan diye şarkılar seslendirmekten hiç bıkmıyor mu diye sordum, “naapiim” dercesine bir ifade takınıp “Joey yazıyor sözleri, ben de o ne yazarsa söylüyorum işte, sonuçta grubun adına bak” dedi ve logo’nun “Man” kısmının üzerini kapattı bir eliyle. “Eh, biliyorum” dedim ve dinlemeye koyuldum. Manowar dinlerken insanın karşısında oturan Eric Adams tarafından izlenmesi garip oluyor!...Dinlettiği albümü hediye etti bana ve aşağı inip grubu alarak soundcheck için yola çıktık.
Yedikule zindanlarına vardığımızda grubun dibi düştü. “Böyle ortam görmedik!” dediler, Eric hemen surların üzerinden batan güneşi çekmemi rica etti, Joey’in de ortamda arkadaşı Rainer’le resmini çektim yine hiçbiryerde yayınlamayacağımı, sadece kendilerine mail atacağımı söz vererek. (Öff :P) Soundcheck için az vakit vardı, Joey’in uçağı biraz geçikmeli inmişti zira, bu yüzden Eric ertesi gün çalmadan önce kendisine mekanı gezdirmemi rica etti, şimdi işe koyulmalıydılar. Ben de daha önce ortamı gezmemiştim, merak ediyordum. Grubun entellektüeli ve tarih meraklısı Karl ise gelir gelmez heryeri hemen köşe bucak gözden geçirdi ve soundcheck başlamadan bize “şurada şu var, bunu mutlaka görün” falan diye talimat verdi. (Maalesef buna ertesi gün vakit bulamadık). O arada Eric hemen bir de nete girip bana Sarah Brightman’ın sayfasını gösterdi. Beni ona benzettiğini ama fotoğraflardaki saçların benimkilerin aksine peruk olduğunu söyleyip gururlanmama sebep oldu. Zaten inanılmaz iltifatlarına ve nezaketine şaşıp duruyordum. Gayet “kıro”, maço ve megaloman adamlar beklerken müthiş sıcakkanlı, sevimli ve kibar bir grup ve ekiple karşılaşmış olmak çok güzel bir sürpriz olmuştu hepimiz için. Herhalde Eric bu özelliklerini İtalyan babasına borçlu diye düşünmedim değil, kanlarında var sanırım. Yeri geldiğinde “amele” diye yerden yere vurulan bu adamlarla beraber olduğum süre içerisinde her daim centilmenliğin rafine örnekleri sunuldu bana. Çok olumlu biçimde şaşırmıştım gerçekten ve bunu onlara daha sonra söyledim de.
Herneyse, konuya dönelim. Mekanda sahne önünde sıralanmış Harley’lerini bekleyen Harley Davidson club üyeleri ve bizler dışında kimse yoktu, gerçekten etkileyici bir görüntüydü. Soundcheck’e hazırlanan Joey’e “Kulak tıkaçlarım hazır!” dedim, “Zaten kullanmamanı hakaret kabul ederiz, haha!” diye karşılık verdi. Ve gerçekten de gerekiyordu! Aralarda sorun çıktığında ya da bir sebepten dolayı mecburi ara verildiğinde yine muhabbet ediyorduk, bir süreliğine de Eric Harley’cilerle sohbet etti, beğendiği birine binip bir tur attı, tüm bunlar Manowar’ın özel film ekibi Neil ve Emmett tarafından kaydedildi. Muhtemelen bir sonraki DVD’de görürsünüz, bizlerle yaptıkları röportajlarla birlikte. (Umarım en gerzek bölümler yerine akıllı göründüğümüz yerleri kullanırlar yaw, kıllandım bak şimdi! :) ) Harley’ler sahne kullanımı için uygun renkte değillerdi ama maalesef, yoksa Manowar’ı sahneye onların üzerinde çıkarken görebilme şansına sahip olacaktık. Bu arada artık soundcheck bitmek zorundaydı fakat davulla ilgili bir sorun yüzünden Scott ve Joey önce “Biz bunu çözmek için kalacağız, siz yemeğe gidin, biz size katılırız sonra” dediler. Biz yine de daha bekledik biraz, sonra çok geç olduğu için problemin çözümü ertesi güne bırakıldı ve tüm grup ve crew otellerine döndü.
Polat’ta Emre, Tağmaç ve ben grupla akşam, daha doğrusu gece yemeğindeyken, bir yandan da havuzbaşındaki düğünü seyrederken ve yorumlar yaparken, grup elemanlarının yorgunlukları gözlerinden okunuyordu. Biz de fena yorgunduk. Ben yine bu sebeple yemek bile yiyemiyor, sadece Eric’in “Yemelisin!” diye zorla verdiği patateslerinden birkaç tane kemiriyordum. New York’tan buraya uçmuş olmanın sebep olduğu jetlag, buranın sıcağı ve nemi ve soundcheck’in çok uzaması grubu ciddi şekilde yormuştu. Kemancı’dan DVD galasıyla ilgili haber geliyordu ama oraya gidecek hali kalmamıştı hiçbirinin, saat çok geçti ve ertesi günki şovu tehlikeye atmak, yorgunluk ve uykusuzluktan dolayı kötü bir şov sunmak istemiyorlardı. Bu sebeple bir an evvel yatıp dinlenmeye karar verdiler. Kemancı’yla görüşmeler yapıldı, Warrior arkadaşlara farklı bir alternatif sunuldu ve sonra biz de yatmak üzere ayrıldık. (Bu konuyla ilgili resmi açıklama zaten Emre Alkoç tarafından gerekli yerlerde yapıldı.)
Cumartesi, 6 Ağustos 2005
Sabahtan yine grubu almaya Polat’a gittim ve Yedikule’ye doğru yola çıktık tekrar. Onları sahneyle baş başa bırakıp ben de diğer işlere koşturmaya yardım ettim, zira her zaman yapacak binmilyor tane iş oluyor. Güneş beynimize inmeye başlamıştı bile ama Warrior’s biletine sahip arkadaşlardan birkaçı buna rağmen soundcheck izlemeye gelmişlerdi. “Aferim, işte gerçek fan zihniyeti” diyerek izledim onları ara sıra yanlarından geçerken. Bu sırada kapıda millet birikmeye başlamıştı ve ben hastası olduğum orada burada oturan siyahlı insan kitlesi görüntüsünün yarattığı konser öncesi hissiyatının tadını çıkarıyordum. O esnada “Hocaaam!” diye bir ses duydum, öğrenciklerimden biriydi. Grubun rehberi olduğumu öğrenince “O zaman adamlarla konuştunuz?!?!” dedi. Çocuk saflığı ne güzel bişiy yaa! O kadar şekerler ki! J False in Truth kankiler geldi sonra ve ben onları otoparka yönlendirip yine iş başına döndüm. Dur durak yoktu.
Soundcheck planlandığı gibi gitti ve bitti, ben de grubu ve menajerlerini tekrar alıp otele döndürdüm. Grup elemanları show’a kadar dinleneceklerdi, bu yüzden ben de tur menajeri John ve Alman menajer Hinrich ile alışverişe gittim. John Kapalıçarşı’da benim diyen Türk’e taş çıkarttı pazarlıkta. Sonra otele döndük ve biz de şov saatine kadar dinlendik.
Lobide hepsiyle buluşma saati geldiğinde ben ayrı bir heyecan daha yaşıyordum – Gorefest’i izlemeliydim! Yıllardır bekliyorduk, sonunda biz getirmiştik ve ben bir death fanı olarak onları kaçırmamalıydım. Öyle görünüyordu ki onlar sahneye çıkmadan biz de mekana varmış olacaktık. Öyle de oldu. Ancak grubumla ilgilenmekten Gorefest’i ancak 5 dakika sahneye çıkarak, 5 dakika da arka tarafa koşarak (evet, bir ara at gibi sahne tarafına koşan, sonra oradan yine sahne arkasına koşan bi manyak gördüyseniz o bendim!) toplam on dakika izleyebildim! Olsun, Jan Chris’le tanıştım, konuştum ya o da yeter. Çok cana yakındı, çok şirin de fotoğraflar çektirdik, mutlu oldum!
Ama önce yolculuğa geri dönelim. Otelden yola çıktığımızda yağmur başlamıştı. Ve bu çok fenaydı. Zira konserin iptaline yol açabilirdi! Her zamanki gibi yanımda oturan Eric kendi gençliğinden bir anı anlattı bu konuyla ilgili: “Daha kendi halinde takılan gencecik bir fandım. Bir gece Blackmore izlemeye gittim, delicesine hayrandım ona. Tam ben mekanın arkasında takılırken tesadüfen bir limuzin yanaştı, içinden Blackmore çıktı, gökyüzüne baktı, şimşekleri gördü, Konser iptal! dedi, bindi ve gitti yine. Bunu bir tek ben görmüştüm, binlerce fanın haberi bile yoktu. Aralarına karışıp olacakları izlemeye koyuldum. İptal haberi yayılınca fanlar orayı kelimenin tam anlamıyla yerle bir ettiler! Sahneyi ve sahnedeki her şeyi söktüler!!! Delirdiler!!!” Ben de bu gece aynı şeyin olmamasını umarak “Habire God of Thunder falandan bahsederseniz gelir işte böyle destek vermeye!”diye bilimsel açıklama getirdim olaya.
Neyse işte, Yedikule’ye vardık, ıslanarak sahne arkasına yürüdük, kulise yerleştik. Ben yine bin işe koşmakla birlikte sahne performanslarını kaçırdığım Catafalque kankalarımla da bir-iki kucaklaşma, iki-üç geyik yaşama şansı buldum. Ama yine onları terk ederek iş başına döndüm. Manowar’ın sahne kıyafetleri askılarda asılıyken incelemiştim daha önce. Şimdi sahne hazırlıkları yapıldı, deriler giyildi, karşımda “gerçek” Manowar vardı artık. “Ama ben hala şu garip V-yaka dekoltelerinizi sevmiyorum!” diye ısrar ettim Eric’e, “Ama niye yaa, nesi var ki??” diye cevap verdi, ben de yine “Nebliim, sevmiom işte!” diye karşılık verdim daha önce de yaptığım gibi. “Siz giyiyosunuz ama!” dedi, “E tamam işte, o yüzden siz giymeyin” diyemedim. Barbarlık gururunu incitmek istemedim. Ok atar falan sonra. ( Bu arada Eric bazı kıyafetlerini buraya özellikle getirmemiş milletten tepki toplar falan diye. “Erikçim” dedim, “Manowar konserine gelen adam niye tepki versin ki zaten beklediği, görmek istediği kıyafetlere, hmmm?”. O da özellikle çok rahat ettiği ve DVD’nin iç kısmındaki kartpostal gibi tekli resimlerin olduğu yerde görebileceğiniz delikli pantolonu bir dahaki sefere getirmeye karar verdi.)
Joey’e Türkçe öğrettim sonra yaklaşık yarım saat kadar. Elde kağıt-kalem oturduk masa başına. “Keşke bütün öğrencilerim senin gibi olsa” demekten kendimi alamadım bir süre çalışıp yeteneğini gördükten sonra. (Sorry kids! J) O da “Böyle öğretmen olunca!...” filan diye beni onore etti. Gerçekten de telaffuzu harika, zor cümlelerden çekinmesi asla söz konusu değil, çok kolay anlıyor ve öğreniyor, çok ciddiye alıyor yaptığı işi. Bir “teşekkürler”i bile zor öğrenen tonlarcasına laf anlatmaya çalıştıktan sonra Joey’le çok zevkli geçti bu çalışma. Ben ona cümleyi söylüyordum, o fonetik olarak kendi anlayacağı şekilde kağıda döküyordu, sonra beraber telaffuz, vurgu vs. çalışıyorduk. Ripiit aftır mii hesaabı, “bak ikinci heceyi vurgulayacaksın” falan diye. Eric de gelip gidip başımıza dikilerek seyrediyordu ikimizi hafiften bastırmaya çalıştığı bir gülümsemeyle. Bu arada çalıştığımız kağıdın müsveddesini aldım çok hoş bir anı olarak. Joey sahne için temize çekti bir daha. Mesela şimdi bakıyorum, “boorada olemaktan chalk mootlu’use” yazmış bir örnek vermek gerekirse. Aslında her şeyi İngilizce de söyleyebilirdi kendi rahatını ve milletin nasılsa anlayacağını düşünerek, ama o böyle bir jest yapmayı çok daha uygun buldu ve biz ona sadece hayran olduk bir kez daha. (Sahnede bir tek “sağolun”da tekledi, eh, o kadar da olsun, şımarmayın!)
Çalışmamız bitti ve daha önce de dediğim gibi foto konusunda hassas olduklarından şimdi sahne kıyafetleri içindeyken rahat rahat fotoğraflarımızı çektirdik. İki yandan belime sarılmış Joey ve Eric ile onların süper göründüğü, benimse topaç gibi çıktığım resimlerim var artık. (Ben esas onlarla gitmeden sarmaş dolaş canciğer kuzu sarması çektirdiklerimizi seviyorum, çok samimi onlar, çok sevimli.) Bu arada DVD’nin Türkçe çevirisini yapmış olan Onur’umuz da Manowar’a tahsis edilmiş olan odaya gelmişti ve o da Joey’nin ağzından dökülen övgüleri huşu içinde dinliyor, resim çektiriyor ve hacı olmanın keyfini yaşıyordu. (Ulan ben King’imle hacı olana kadar kaç yıl bekledim, şimdiki gençlik her şeyi çok erken yaşıyo mirim!!! :P)
Joey bu arada, diğer elemanların yaptığı gibi, sürekli bize teşekkür ediyor, profesyonelliğimizden dolayı bizi kutluyor ve övgüler yağdırıyordu. Bu esnada “Sizi sahneye çağırıp teşekkür edicem” dedi, biz de “Olur tabi, hay hay” dedik, bunu gerçekleştireceğini hiç düşünmeyerek. Sonra Eric, security adamcığı Brian’ı çağırdı, eline kıvrılmış bir havlu tutuşturdu ve onunla kas çalışıp pazularını şişirdi. Ve artık hazırdılar! Sahnenin herhangi bir yerinden izlememiz için bizi davet ettiler ve konser başladı nihayet!
İlk parçada Joey’e göre sağında duruyordum ve mutlu mesut izlemeye koyulmuştum ki ilk parçanın sonlarında bana bir şeyi işaret etti, baktım ki çekim yapan birinden kamerasını almamı istiyor, sahneye fırladım aldım, John’a teslim ettim. İlk olayı atlattık, hadi bakalım derken yer değiştirdim bir ara, bakalım öbür taraf nasıl diye. Hem Eric’le artık had safhada samimiydik, gruptaki “kankam” ve ilk andan beri sürekli beraber takıldığımız eleman oydu ve onun “yolu” üzerinde durmak daha eğlenceli ve olaya daha yakın olacaktı. Gerçekten de her arkaya koşturup soluklandığında bana sırıtıyor, kadehini kaldırıyor ve şaklabanlıklar yapıyordu. Ben de ona mosh çekiyor ve çok eğlendiğimi belli ediyordum. Bir ara aşağı inmem gerektiği halde beni tutup “Nereye gidiyorsun??” dedi ama ben zaten kısa sürede geri döndüm. Konserin başında ufak aksilikler yaşandı, bir ara monitör düştü, bir ara elektrik sorunu yaşandı, ama bunlar fazla sinir bozukluğu ve stres yaşatmadan hemen halledildi.
Ve sonra hiçbirşeyden habersiz Joey’in solosunu izlerken bir anda durdu ve beni sahneye çağırdı. Bunu gerçekten hiç beklemiyordum, “İmdat!” diye düşünerek ona doğru yürüdüm. Beşbin kadar burun önünde Joey ile sahnede olmak tarifi zor bir duyguydu. Bir teşekkür faslı yaşandı, bir de Onur’u anons etmemi istedi, o da gelip hacılığının doruk noktasını yaşamak üzere yanımızda yer aldı. Emre de gelmişti ve Joey ellerimize birer bira tutuşturdu, “Şerefe!” dedi ve biralarımızı tokuşturduk, Emre kafamdan aşağı dökerken Joey de meşhur “bin metre yukardan ağzına boca etme” hareketini yapıyordu. Bitirdi, Joey’le ben sarıldık, ve bizler yüzü gözü bira içinde olan mutlu pis metalciler olarak sahne yanında yerimizi aldık yine. (Sonradan sanırım forumlardan birinde mi, ekşi sözlükte mi ne, bizden “üç dallamayı sahneye çıkardılar” diye bahsedilmiş. Çok güldüm! O üç dallama sayesinde sonunda Manowar’ı canlı izleyebildiğini düşünemeyen bazı yurdum mallarına buradan el sallıyor ve “yazık ayol” diyorum. Bizimle beraber şaşkınlığımızı ve mutluluğumuzu paylaşan büyük çoğunluğu ve bana mesajlar atan öğrenciklerimi de kucaklıyorum!)
Konserin devamını izlerken maalesef arkada olan bazı olaylar yüzünden sahneden inip onlarla ilgilenmek zorunda kaldım. Bu korkunç bir şeydi benim için. Senelerdir beklediğimiz bir konseri sonunda biz gerçekleştirmiştik, çok iyi geçiyordu, adamlar çok memnundu, üstelik esas beklediğim parçalar daha çalınacaktı, günlerdir bunun için koşturuyor, gece gündüz demeden çalışıyordum, yeri geldiğinde aç susuz ya da uykusuz şekilde, ve ne oldu? Benim tamamen dışımdaki bir olay yüzünden yarısını kaçırdım! Tam hallettim, yine sahneye koşayım derken bir baktım ki önden Eric, arkasından grubun geri kalanı, sahneden inmekte ve bana doğru yürümekte, havlular boyunlarında. Şok oldum. Eric “Nerdeydin??? Seni aradım sürekli!!!!” dedi, ben de “Bi sorun vardı da…a…ama bis yapacaksınız dimi daha?” diye bir ümitle cevap verdim. O ise “Yaptık bis’i de! Hepsi bitti!! Nerdeydin???” diyip iyice yıkılmama sebep oldu. Şovun yarısını kaçırmış olmanın verdiği sinir yüzümden okunuyordu. Joey ve Eric şov sonrası kuliste yemekteyken sürekli benimle konuşarak, dertleşerek beni teselli ettiler. Bir ara masada sadece üçümüz, bir yanımda biri, bir yanımda diğeri kalmış hala daha konuşuyorduk. Ama teselli bulmak zordu gerçekten.
Toparlandıklarında crew yine kendi oteline gitti, ben de grubu otellerine götürdüm. Biraz daha muhabbet filan sonrasında ben de kendi otelime dönüp yattım.
Pazar, 7 Ağustos 2005
Bugün Karl ve ekipten isteyen üç elemanla ufak bir tarih ve kültür turu yapılacaktı. Diğerleri otelde yatıp dinlenme ihtiyacı hissediyorlardı. Crew’la ilgilenen rehber arkadaşımız Levent ve ben dört isteyeni alıp Ayasofya’ya gittik. Karl ve ekipten Rick girmek istedi, diğer ikisi yemeğe gitmek istediler. Böylece Levent onları aldı gitti, ben de Karl ve Rick’le Ayasofya’ya girdim. Bu sırada Karl’ın “Bazılarının kültürden hiç bir şey anladığı yok!” diye yemeğe giden arkadaşları hakkında söylenmesi de görülmeye değerdi. O ve Rick Ayasofya’nın hakkını vererek, her taşı, her işareti, her mozaiği kırk saat inceleyerek ve hayranlıklarını gizlemeden gezdiler. Hatta bizim bilmediklerimizi, “Jüstinyen şöyle yapmış böyle etmiş” diye Karl bize anlattı! Kendisi gayet dindar büyümüşken, din tarihi okudukça ve büyük dinlerin insanları nasıl kullandığını gördükçe dinlerden soğumuş, ama “ancient history” meraklısı olarak hala daha bu konularda kitaplar okuyup duruyor. Onunla gezmek çok zevkliydi. Sürekli birbirimizi, “Şuna bak!”, “Gel gel şunu mutlaka görmelisin!” falan diye oradan oraya çağırıyorduk, tarih konuşuyor ve fotoğraflar çekiyorduk. Arada diğer ziyaretçilerin Karl’a bakışları da eğlence konusu oldu bize. Uzun boylu, uzun sapsarı saçlı bir adam birsürü Japon, Hintli falan arasında dikkat çekiyor ister istemez. Bir tanesi, sanırım bu arkadaş Türk’tü, “You look like John Lennon!” yorumunu yapmış, Karl da “Şşş, hala hayatta olduğumu yaymayın sakın!” diye cevap vermişti. Şimdi bir takım Japonların çektikleri sütun, mozaik falan fotoğraflarında arka planda Manowar gitaristinin görülebildiği düşüncesi da bizi eğlendiren bir detaydı.
Ayasofya’yı bitirdik. Artık genelde çok sessiz olan Karl’ın aslında ne kadar hoş bir sohbet partneri olduğunu görmüş ve ince espri anlayışına tanık olmuştum bol bol. Çok da kibardı diğerleri gibi. Bunun bir örneğini de dışarı çıkıp fanlarla karşılaştığımızda yaşadık. İki fan ona bazı hediyeler getirmişti, ancak esas bomba nereden buldukları belli olmayan ve üzeri anlaşılmaz bir dilde yazılı olan pet şişedeki kımız’dı!!! Bundan bir yudum alan Karl’ın çektiği eziyeti gözlerinde görsem de fanlara sadece “Enteresan bir tat…” demekle yetindi kusmak yerine. Sonradan, fanlar gittiğinde, bana hiç kımız içip içmediğimi sordu, elbette hayır dedim, “Seyda, sana bir tavsiyede bulunmama izin ver – ASLA, ama ASLA denememelisin bile!!!” dedi. (O sırada aklıma Eric’e İspanya’da ne olduğunu söylemeden yedirilen geleneksel yemek geldi – “boğa yumurtası” olduğu sonradan söylenmiş, feci iğrenmişler.) Ama arkadaşlarına bir oyun oynamak için şişeyi yanına almayı da ihmal etmedi, çünkü ona bunun “gerçek savaşçı içeceği” olduğunu söylemiştim, o da arkadaşlarının ne kadar savaşçı olduklarını ölçmeye karar vermişti!
Karl, Rick ve ben sonra Sultanahmet Camii’ne doğru yürüdük ve o tarafları gezmeye başladık. Bu arada Karl’ın örümceklerden feci iğrendiğini ama köpekleri acaip sevdiğini öğrendim. Kendi halinde bir sokak köpeciğinin fotoğraflarını çekmeyi de ihmal etmedi. Biraz sonra diğer iki eleman ve Levent ile birlikte Onur da bize katıldı. Biraz alışveriş olayına girildi. Satıcılardan birinin “Haa, sizin kasetiniz vardı bende lisedeyken” demesi ve sonra Karl’ın orada bir akustik gitarı kurcalaması biraz renk getirdi olaya. Bundan sonra maalesef Yerebatan sarnıcı’nı gezmeye vaktimiz kalmamıştı, o yüzden mısır, dondurma vb. aburcuburlarımız elimizde minibüsümüze döndük.
Bu arada Karl ile Amerikan ve Türk halklarını ve içinde bulundukları durumları konuştuk, karşılaştırdık, birçok benzerlik de bulduk, özellikle eğitim sistemiyle alakalı. Çok ciddi ve aynı zamanda zevkli bir sohbetti bir ara minibüste yaptığımız. Yeri gelmişken ona Eric’in bahsettiği sakal meselesini de sordum. “Yanlış anlamışlar beni” dedi. “Ben onlara şeriat’la yönetilen ülkelerden bahsederken bazı örnekler verdim, onlar burası sanmış!” Eh, dikkatli dinlemek lazım tabii! :)
Otelde akşam yemeği için hazırlandım. Hani akşam yemeği diye biraz da şekil yaptım, bluz, etek falan. Süs püs bitince tam lobiye doğru gidiyordum ki Joey ile karşılaştım – gözlerini faltaşı gibi açıp “Şu güzelliğe bak!” demesi hoşuma gitmedi değil! Yine de hava şartları beni acaba uygun giyindim mi diye düşünceler içindeyken beni görünce “Ne kadar güzel olmuşsun!!!” şeklinde yine çok ego okşayıcı bir tepki veren Eric üşüme ihtimalime karşın tam bir kavalye olarak yanına bir de deri mont aldı. Şımardım bu düşüncelilik karşısında tabii.
Grup deriler içinde, yanlarında süspüs yapmış ben, gayet rakınrol bir görüntü içinde aracımıza binip Gelik restorana gittik. Koca bir masa rezerve edilmişti bize. Grup ve crew zaten 17 kişi falandı, bizlerden de benim dışımda elbette Emre (Alkoç) ve Erdem (Çapar), ayrıca yukarıda bahsettiğim Levent ve Tağmaç vardı.
Joey bizi baş köşeye oturttu ve yemek siparişleri verildikten sonra fıkralar ve anekdotları bizi gülmekten kırıp geçirdi. Joey ve Eric Papa’yla ilgili fıkralarda resmen birbirleriyle yarıştılar, ve inanın ikisinin de ne kadar komik olduklarını burada anlatmanın hiçbir yolu yok! Ama fıkralar bir yana, Joey’nin her ülkede karşılaştığı “milliyetçi insan tiplemesi” tasvirleri bizi yere yıktı. Tarif edemeyeceğim bir yüz ifadesi ve aksanla (ki yanımda oturduğu için ciddi bir ifadeyle direk gözümün içine bakarak anlatması daha da kopartıyordu beni) “Listen, Joey, you are a good boy, I will tell you the real story, give me an hour, come to my house and don’t speak, I will tell you how for fourhundred years X (herhangi bir millet düşünün burada) kicked our ass, you are American, Americans are stupid, but it is not your fault, it is your schools, so here it is, the real story, give me five hours time and come to my house and I will tell you” diye nefes almadan ve tekrar ede ede bu insan türünün taklidini yaparken gerçekten sandalyelerimizden düşecektik artık. Keşke kaydedilebilseydi de ne demek istediğimi anlayabilseydiniz…
İçkilerimiz geldiğinde ise Joey uzun ve etkileyici bir teşekkür konuşması yaparak ve bize kadeh kaldırarak onurlandırdı bizi. Tüm bunları kendi ekibi kaydetti, ayrıca henüz hangilerimizle röportaj yapılmadıysa bunlar da tamamlandı. Yemekler yenirken bundan sonraki planlarımızı konuştuk bir yandan da. Çok heyecan verici olduklarını söylemekle yetineyim şimdilik! Belki bir tek, Türkçe parça yapacaklarını söyleyen gruba inanmayan, “sadece gaza gelip öyle diyorlar” diyen kişilere yönelik bir açıklama yapabilirim: arkadaşlar, bir sonraki Manowar albümü planlandığı gibi giderse çift CD’den oluşacak. Bunlardan biri “normal” albüm, diğeri ise albümdeki parçaların yaklaşık 12 ayrı dilde söylenmiş halleri olacak. Bunlardan biri de Türkçe olacak. Bunun dışında bir şey söylemeyeyim o gece konuşulanlarla ilgili şimdilik. Gerçekleştikçe haber alırsınız yine benden.
Uzun ve çok keyifli bir yemekten sonra yine minibüslerimizin yanına gittik ama binmeden önce Karl’ın planı gerçekleştirilecekti daha! Kendi kameraları karşısında öğüre böğüre kımız içtiler, crew’a da içirildi, arada “gerçek bir savaşçı olmak istiyorsan içmelisinnn!!!!” diye baskı kuruldu, Joey ve Erdem’imiz gayet istiflerini bozmadan içtiler, güvenlikçi Brian bile içmek zorunda bırakıldı, bu çok taşkın, çok bağırtılı görüntüleri sanıyorum ki daha çok eğlenerek izlerler ağızlarındaki tat silindikten sonra! :p
Evet, her zamanki gibi ben yine grubumu otele götürdüm, sonra da kendim gittim yattım. Ertesi gün ayrılık günüydü.
Pazartesi, 8 Ağustos 2005
Kahvaltıda crew’dan bazı elemanlarla takılırken bir tanesi “Off, deli gibi iş var şimdi İspanya’da yine!” diye iç geçirdi, ben “Ama çok önemli bir iş yapıyorsunuz, ne de olsa siz Soldiers of Death mi işte öyle birşeysiniz1” diye sırıtarak cevap verdim, bir diğeri bunun üzerine “Off, niye hatırlattın yaa!” diye patladı, güldük. Böyle eğlenceli başlayan gün aslında ayrılık hüznü de barındırıyordu tabii. Kendi otelimdeki işleri hallettikten sonra Polat’a gittim yine.
Lobide önce menajer John’la bazı işlerimiz vardı, sonra bir takım dökümleri grup elemanlarına vermemi rica etti. Eric duş yapmış, açık mavi eşofman altıyla odasını topluyordu. Sabahtan havuz olayına girmişti. Bavulları toplu ama açıktı hala, en üstte duran DVD dikkatimi çekti, “The Sopranos” diye bir film. “Aaa, bilmiyormuşun, şöyle güzel, böyle süper” diye anlattı. Daha sonra lobide buluştuğumuzda daha Scott ve Joey’i beklememiz gerekiyordu, bir toplantıdaydılar. Rehberlerimiz Yalkın ve Gökhan’ın yanı sıra Karl yine sessiz sakin oturuyor, Eric’le ben muhabbet ediyor, o bana sırt masajı yapıyor, fotoğraf çekiliyor, “Çok özlicem lağğnnn” diyerek birbirimizden ne kadar hoşnut kaldığımızı dile getiriyor ve ona buna gülüp duruyorduk. Yine hiç susmak bilmeyen telefonuma şaka yollu kızıyor ama bir yandan da ne kadar profesyonel, pratik çözümler üreten ve zeki biri olduğumu hem bana, hem Emre’ye anlatıp duruyor, “Ehm, tabii, öyleyimdir ayol” diye koltuklarımı kabartıyordu.
Nihayet diğer ikisinin de işi bitti ve yola koyulduk. Havaalanında check-in sırasında gülüp eğlenmeye devam ettik, fakat Joey’nin işi biraz uzayınca diğer elemanları pasaport kontrole artık götürelim bari diyip oraya doğru yol aldık. Ayrılma sahnemiz görülmeye değerdi! Eric’le sımsıkı sarıldık on saat, sonra diğerleriyle vedalaştı, sonra bana bir daha dönüp “Gel kadın buraya!...” diyerek tekrar sarıldı, havaya kaldırdı…Yere indirdikten sonra “Mutlaka yaz bana! Çok özlicem!!” sözlerini yineledi, ve sonra artık onu uğurlamak zorunda kaldık…
Bir tek Joey kalmıştı artık geriye. Onun da işi hallolunca beraber pasaport kontrole doğru gittik yine, ve onunla da sarılıp öpüşüp şu zaman şöyle yapacağız diye planlar yapıp vedalaştık. Bize tekrar tekrar teşekkür etti ve bizimle çalışmanın ne kadar keyifli olduğunu söyledi, onun gibi mükemmeliyetçi ve aynı zamanda yıllardır bu piyasada her şeyi görmüş olan çok deneyimli ve donanımlı birinin bu övgü dolu sözleri de bizi fazlasıyla mutlu etti ve tüm çabalarımıza ve yorgunluğumuza değdiği hissini yaşattı. Her iki taraf da birbirinden çok memnun kalmış olarak ayrıldık ve ben günler sonra tekrar evime döndüm. İşte ilk Manowar “destanımız” böyle son buldu, ama bunun devamı gelecek, bundan emin olabilirsiniz…
Biraz daha laflamak istiyorum!
Şşşt sen, okur, iyi misin? ŞAP ŞAP (tokatlama efekti) !!! Hah, kendine geldin mi? Dur daha ondan bundan konuşmak istiyorum ben, hemen pes etmek yok! Aaa, yine bayıldı! ŞLOFT (başından aşağı kovayla su dökme efekti)!!!! Hah bak bakiim, böyle aklıma gelen ıvır zıvırdan bahsetmek istiyorum daha. Bak, aşşaada! Oku!
Ondan bundan köşesi:
Mesela Eric’in kendi kendine odasında ya da lobide ya da backstage’de mırmır şarkı söylemesi çok şirin bir olaydı. Onca vokalist (ya da şarkıcı!) tanıdım, işini konser dışındaki zamanlarda da yapanını görmedim, konser öncesi ses açmalar hariç (ha bi de Anathema tayfası hariç, ama İngilizler zaten şarkı söylemeden duramıyor sarhoşken).
WOTW albümündeki sembolleri sordum Eric’e. “Her birimizi temsil eden sembollerimiz onlar” diyip açıkladı: “Daire sembolü Joey’in Circle’ını temsil ediyor. Üçgen sembolü benim, ok ucu gibi olduğu için. İki paralel çizgiden oluşan şey Scott’un sembolü, bagetlerini temsil ediyor. Eh, Karl da kare’de karar kıldı.”
Başka bir yan bilgi, Karl’ın sigara dumanına alerjisinin olması, grupta zaten Scott dışında kimsenin sigara içmemesiydi.
Grubun kılık-kıyafetten sorumlu elemanı “Mama Dee” kendisine “bebek bakıcısı” diyor ve Manowar’la yaptığı işi “tatil” gibi değerlendiriyor. Bana çeşitli ülkelerle ilgili inanılmaz Manowar hikayeleri anlatan bu süper hatun, 50küsür yaşında olmasına rağmen ne yaşını gösteriyor, ne de yaşına göre davranıyor. Davulcu olarak başladığı müzik hayatına daha sonra Metallica ve birçok başka grupla çalışarak devam etmiş, tur menejerliğinden tut da otobüş şöförlüğüne kadar her işi bilen ve yapmış bir hemcinsim. Önünde saygıyla eğiliyor ve “hastasıyım!!!” diyorum.
Joey’nin sol gözündeki sorun, onu aslında daha da karizmatik kılıyor ve zaten hafif teatral ve inanılmaz etkileyici konuşma biçiminin altını çizmeye katkıda bulunuyor.
Karl teknoloji düşmanı, dijital fotoğraf makinelerinden nefret ediyor örneğin, email’i bile yok! Bana kız arkadaşınınkini verdi o yüzden! :)
Scott son derece rahat ve olumlu, her şeyden memnun olan, çok rahat ve kendi halinde biri. Boş zamanlarında genelde otel odasında takıldı.
Eric’in, kendisi gibi bir avcı olan James Hetfield’le arası gayet iyiymiş. Sepultura elemanlarını da çok severmiş. “Tekrar gelirlerse benden selam söyle mutlaka!” dedi.
Beklenenin aksine grup backstage’de bekleşen kızlarla ilgilenmedi, hatta haklarında konuşulanları aktarırdım ama aktarmiim en iyisi! :) Zira orada burada bazı kızların “Eric bize yazdı” filan diye hikayeler anlattığını duydum, e yazık, üzmeyelim onları, kalpleri kırılmasın. Ben kıs kıs gülmeye devam edeceğim sadece bu şekilde prim yapmaya çalışan arkadaşlara.
Grubun bana verdiği onyüzbinmilyon tane tişört, single, albüm, DVD, şu, bu’ya karşılık ben de Eric’e bir nazar boncuğu, bir de bana ait bir İstanbul rehberi kitapçığımı imzalayıp verdim, “Hep sen mi imzalıycan yani!” diyerek. Çok güldük.
Kendisi aynı zamanda “Vaay! Sen Eric Adams’sın!” diye yanına gelip sonra başka bir şey konuşmayıp suratına bakanlarla karşılaşınca garip hissettiğini söylüyor ve “Ben de herkeş gibi biriyim, ben de pantolonlarımı herkes gibi giyiyorum…” diyor. Ne mütevazi. Ne güzel.
Joey bir ara “Osmanlılar parti yapmayı biliyormuş!” diye on saat bize Harem olayını övdü! Hatta Erdem’in ona “Türkler zaten ezelden beri Manowar fanıymış” diyerek öğrettiği “at, avrat, silah” deyimini hemen benimsedi! :)
Çok sevgili, çok eski bir arkadaşımız, Joey’nin kendisiyle ilgili fikirlerini ve planlarını duyunca kafayı yiyecek! (Hmm, merak edin tabii!)
Eric’le gittiklerinden beri bağlantıdayım, telefon, mail vs. şeklinde. İspanya’da festivale kadar geçen süre içinde çok sıkıldığını ve İstanbul’u özlediğini, aynı zamanda festival headliner’larından Korn’u hiç sevmediğini ve izlemeyeceğini, onların alt grubunun Motörhead olmasını zaten çok ters bulduğunu söyleyebilirim örneğin.
Joey ve John ise geçenlerde cepten aradı (vay amma hava attım ha! ehe) ve heyecanlı haberler verdiler. Sölemicem ama şimdi. :)
Biraz da kızalım köşesi:
Konser sonrası orada burada okuduğum yorumlardan iki tanesi beni hem çok güldürdü, aynı zamanda da sinirlendirdi. Paylaşmak istiyorum:
Birileri demiş ki “konser boyunca banner” (bilelim öğrenelim köşesi: onun adı banner değil, backdrop) “bir türlü doğru düzgün asılamadı, rahatsız olduk, konseri seyredemedik”. Cevabım şu olacak: “Güzel arkadaşım, sen grubu mu izlemeye geldin, backdrop’u mu? ” Kabul, benim de dikkatim dağılabilirdi bir-iki saniyeliğine, normaldir, ama grubun fanıysam grubu izlemeye gayret ederdim ben gözümü ayırmadan. Müzik olaylarını takip ediyorsanız bilmeniz gerekir, küçük (ya da çok büyük) aksaklıklar her ülkede, her konserde, en büyük ve en eski festivallerde bile olabilir ve oluyor. Yıllardır beklediğiniz grubu sonunda canlı izleyebildiğinize sevinmiyorsunuz da böyle şeylere takılıyorsunuz ya, pes!
Bir diğer arkadaşımız ise “playlist kötüydü, organizatörlerin zevksizliği tabii, onlar grubu bu yönde etkilemişlerdir” demiş. Bu arkadaş sanırım playlist’ler şöyle oluşur sanıyor:
Organizatör: Joey’cim bak şimdi şu intro’yla giriyorsunuz…
Joey (boynu bükük, ellerini kavuşturmuş): Tamam abi…
Organizatör: Sonra şunu, şunu, şunu çalıyorsunuz…
Joey: Peki abi, sen ne dersen abi…
Organizatör: Eric, bak, sen şurda seyirciye çığlık attır…
Eric: Başım üstüne abi…ama yaparlar mı ki abi? Hani gelenekler falan…
Organizatör: Tabi tabi, sever onlar öyle şeyleri. Karl! Beni dinle …
(ve böyle gider)
Yahu bazen şu internet denen şeyden ciddi biçimde nefret ediyorum. Neden virüs tarayıcıları falan var da cahil tarayıcısı, ukala filtresi filan yok? Eski, mutlu günlerimizde sadece etrafımızda gördüklerimize, duyduklarımıza katlanmak zorundaydık. Şimdi artık kaçış yok! Eline klavye geçiren her organizma her yerde yorum ve eleştiri yapma ve yayınlama hakkını buluyor kendinde! Herkes eksper, herkes organizatör, herkes müzik piyasasını yalamış yutmuş!!! Arkadaşlar, bilip bilmeden konuşmayın, bu bir, bir kere de bir şeylerden mutlu olun, bu iki! Hayır, bizi motive etmeniz için demiyorum. Biz zaten özümüzdeki hipermotivasyonumuzla kendi kendimize mutlu oluyoruz “sevdiğimiz şu grubu getirdik sonunda, seyrettik, tanıdık, takdirlerini kazandık, çok memnun kaldılar, Türkiye’de şu ilki gerçekleştirdik, bizim gibi gerçek fanlarla, metal kardeşlerimizle bu olayı paylaştık, hadi şimdi de şunu yapalım” filan diye, ve hiç kimse zaten bizi bundan alıkoyamaz. Ama siz çok stres yapıyorsunuz valla. Bünyenize zarar. Rahat olun, eğlenin. Konserler, festivaller eğlenceli şeylerdir aslında. Valla bak, eğlenin diye düzenleniyor. Deneyin bi.
Dur yaa, yere bişi damlıyor. Aaa, beynim akmaya başlamış. O kadar da uzun yazmadım halbuki, daha şey diycektirldm….Hadi arkadaşlar, ben yerleri sil…brlapufvbhal…d98450 fjsj lsdkjc …dızzzz bzzzzttttt…………(devreleri yanar, yazı biter).
Seyda “Abigail" Babaoğlu
insan okucak bunu mübarek
YanıtlaSil