Nereden Nereye / Bölüm 1

2005 yılında, Ağrı Kesici dergisinin 0 no.lu ilk sayısı için yazıldı:

Nereden nereye… (Bölüm 1)
Bu piyasada yıllardır fanzinler, dergiler çıkar, yokolur, yenileri çıkar durur. Kimisi daha kısa, kimisi daha uzun ömürlü olur, kimisi daha profesyonel, kimi daha amatör ruhlu olur. İşte yeni bir dergi daha. Nasıl olacak, ne şekilde gelişecek ve devam edecek, ben de merak ve heyecan içindeyim. Bir bebeğin doğumundan itibaren büyümesini ve kişiliğini oluşturmasını seyretmek kadar heyecanlı olacak sanırım diye berbat duygusal bir benzetmeyle gireyim olaya bari. İlk, yani sıfırıncı sayı için en uygun yazının “biz kimiz, nereden geldik, nasıl oluştuk” konusunda biraz bilgilendirici, çokça kişisel bir yazı olacağına karar verdim. Kişisel olmaktan başka şansı yok, zira herşeyi doğal olarak kendi bakış açımdan, ne gördüysem, ne yaşadıysam, bunlardan yola çıkarak anlatacağım. Bu arada ben kimim ve bu dergide yer alana kadar ne gibi süreçlerden geçtim, bunu da sizinle paylaşmış olacağım. Başlayalım bakalım, nereye varacağız birlikte görelim:
Şimdi şöyle: ilk başta dünya bir ateş topuydu. Sonra soğudu ve üzerinde hayvancık ya da dinozor dediğimiz kişiler oluştu. Bunların bazıları “uçalım en iyisi” dedi, uçtu, kimisi de “yerde sürünelim biz” diyerek ağaç ve çalı dediğimiz hayvancıklarla beraber yere yapışık kalmaya devam etti. Sonra milyonlarca yıl öyle uçmadan etmeden durunca sıkılıp “hadi evrilelim” dediler ve daha kompakt, daha barlara, kulüplere sığar bir boyuta dönüşüp kendilerine insancık adını verdiler. Bunlar da barlarda öyle durmaktan sıkılıp “bari müzik yapalım” dediler ve yine evrilip kendi aralarında klasik müzikçi, cazcı, popçu diye adlandırılan alt türlere dönüştüler. Bunların en riff meraklıları ve çift kros delileri metalci şekline evrildi. Ve işte biz olduk.
Başta bizden çok az vardı Türkiye denen coğrafyada. Nasıl oldu da bugünlere geldik, türümüz devam etti, çoğaldık, şimdi de böyle bir dergi çıkarıyoruz, bunları bir irdeleyelim. Şu an 15-16 yaşlarında olup metali kendilerinin keşfettiğini sanan Nightwish bebelerinin de bir oturup düşünmelerini, bir silkinip kendilerine gelmelerini sağlamış oluruz belki böylece! :)
90’lı yılların başına dönüyoruz…ben ve o zamanki eşim (o zaman evli olduğum için soyadım Peker idi), iki metalci olarak metalciliğimizi genel olarak evde, çekim kasetlerin kötü kayıtlarına rağmen verdikleri inanılmaz zevkle yaşamaktaydık. Müzikal anlamda en büyük aşkım King Diamond ve tabiî ki Mercyful Fate’i ilk kez o cızırtılı kasetlerden dinlemiş ve “işte bundan ötesi yok!” demiştim. O zamanlar cd falan hak getire. Sokakta tezgahları olan arkadaşlara ya da Ortaköy vb. yerlerdeki az sayıdaki müzik dükkanına gidilir, çekim kaset siparişi verilirdi. Bunların başında ya da sonunda boşluklar olabileceği gibi kasete tam sığmayıp abuk bir yerde bitebilirlerdi de. Ya da sonundaki boşluğa kasetçi arkadaş bazen kafasına göre bir şeyler daha çekerdi tavsiye niyetine. (Bu kasetlerin zevkini sonradan ne cd’ler verdi, ne teknolojinin diğer nimetleri. Beklemek ve sonunda istediğin şeyi elde etmek o kadar güzeldi ki, şimdi hızla ve zahmetsizce bulunabilen her türlü orijinal eser asla o tadı vermiyor.)
Eşim ve ben o dönem Galata köprüsü altındaki Kemancı’yı keşfettik. Son, yani oniki, vapuruyla dönmek üzere oraya gider, arabalar geçtikçe sallanan köprünün ritmine eşlik ederek küçücük ve berbat ses kalitesi olan teypten The Doors filan dinlerdik. Metalden ziyade rock çalınırdı orada ama buna da razıydık, bu bile inanılmaz bir şeydi. Oraya takılan kişilerin her biri birbiriyle ne kadar alakasız da olsa – balıkçılar, bir eski İstanbul beyefendisi amca, ve metal dinlemese de az çok rock dinleyenler – herkes birbirini tanırdı. Bira fıçılarının üzerinde dengede durmaya çalışan tepsiler masalarımızdı, içkinin etkisiyle sık sık çıkan kavgalarda bunlar devrilir, ama toplanıp aynen devam edilirdi. Bazen köprüaltında çıkan kavgalarda birilerinin dengesini kaybedip denize düştüğü de olur, bunun yarattığı heyecan çabuk geçer ve herkes yine masasına ve muhabbetine geri dönerdi. Bir zaman sonra köprüaltına yeni bir “rock bar” (bu arada bunları simdiki rock barlarla karıştırmayın, nasıl desem, meyhane gibi düşünün daha ziyade) açıldı, yanlış hatırlamıyorsam adı “Harley”di. Elemanlar oradan kazanmayı umdukları parayla Harley almayı düşünüyorlardı. Ne yazık ki kısa bir süre sonra köprü yandı ve elemanlar Harley’siz, biz de bir süre yersiz yurtsuz kaldık, evde takılmaya devam ettik.
Eşimle ben henüz üniversite öğrencisi olduğumuzdan evimiz de gayet öğrenci evi modunda arkadaşlarımıza açıktı. Clash of the Titans konser afişleri, Megadeth , Metallica ve Slayer posterleri minik evimizin dört duvarını süslüyordu, en çok thrash dinliyorduk o zamanlar. Daha büyük bir eve taşındığımızda ilk işimiz daha çok poster asmak oldu tabii ki! Ve daha çok arkadaş çağırmak!!! Kankalar sürekli bize gelir kalırdı - küçük ve mutlu bir metalci komünüydük diyebilirim.
Sayısı çok az olan metalciler için hayat zordu o zamanlar, özellikle saç uzatan ve küpe takan erkek arkadaşlarımız için. Bunlar sadece sürekli olarak sözlü tacizlerle uğraşmakla kalmayıp sık sık saldırıya da uğrardı. O dönem metalcilerin standart kıyafeti streç kot ve siyah tişört artı deri mont da fena halde tepki toplamaktaydı. Toplum bunlara hiç alışık değildi, feci şekilde yadırgıyor ve bastırmaya çalışıyordu. İşte bu ortamda metalciler birbirine kenetlenmiş halde inanılmaz ve şu an çok aradığımız bir dayanışma duygusu içerisindeydiler. Gerçi bir ara anlamsız bir şekilde metalciler ve punk’lar birbirine düşman kesildi ama bu çok da uzun süreli olmadı. Bakırköy tayfası – Kadıköy tayfası çekişmesi ise o zamandan beri vardır ve artık bir “gelenek”tir diyebiliriz.
Ama bunları bir kenara bırakırsak, sokakta – tanışmasan da – metalci metalciyi tanır, başıyla selam verir ya da gülümserdi. Zaten çok zor şartlar altında edinip dinlediğimiz müziğimiz her şeyimizdi, hayat tarzımızdı, ve hiçbirşey, hiç kimse bizi bundan alıkoyamazdı. (Aslında hayat şartları alıkoydu bir çoğunu sonra ama neyse, kalan sağlar bizimdir şeklinde devam ediyoruz…) Ben de o yıllarda siyah tayt, postal ve genelde yıkana yıkana grileşip eşek derisine dönmüş bir Slayer tişörtüyle gezen bir kız olarak uzaylı muamelesi görüyordum. Düşünüyorum da, rock barlara gelen diğer tek tük kız genelde “normal” şeyler giyerlerdi. Muhtemelen müzikle pek alakaları olmadığından, sadece ortama geldiklerindendir.
Bu türden erkekler de çoğaldı zamanla. Sırf “kız bulurum” düşüncesiyle mekanlara takılanlar ya da özentiler her zaman vardı tabii, ama bir noktadan sonra iş çığrından çıktı. Köprü yandıktan sonra Sıraselviler’de açılan “Köprü6Kemancı” (nam-ı diğer “Eski Kemancı”) olsun (ikinci evimiz! – tüm haftasonu, hatta haftaiçinin de çoğu orada geçerdi), Hassickther ya da Caravan olsun (diğer “ikinci adreslerimiz”), özellikle grunge furyasıyla rock’ı keşfetmiş tiplemelerle dolup taşmaya başladı. Bir anda “ıyy nefret ediyorum uzun saçlardan, yağlı, pis görünüyor!” diyen herkes saç uzattı, Kurt Cobain’in adını iki cümlede bir anar oldu, Seattle tayfasını örnek alarak salaş hırkalar ve oduncu gömlekleri giyip sırtlarına asker yeşili çantalar taktı ve sandalye yerine yerlere oturmaya başladı. Muhallebi çocukları böyle yaparak çok cool olduklarını ve kızların kendilerine hasta kalacağını umarak barlara doluştu, tiki kızlar da Vogue dergisinde bile grunge kıyafetleri tanıtılınca bu modaya uyup “ne kadar aykırıyım, ne kadar sisteme karşıyım, ay ben tepki doluyum ve zaten toplum da beni hiç anlamıyor” edalarıyla uzun saçlı rocker götürmeye çalıştılar. (Bu imaj uğruna “güya rock”çı kız ve erkek tipinden sonra bir daha hiç kurtulamadık maalesef.)
Bunlar kendi aralarında eşleşe dursun, rock feci şekilde moda olmuştu. “Rokçu” olduğunu beyan etmek artık “çok çılgınım, çok marjinalim, çok ilginç ve ele avuca sığmaz biriyim” demekle eşdeğerdi ve ilgi çekmek isteyen tüm şan şöhret meraklısı mankencik ve yıldızcıklar bu tanımlamaya başvurur olmuştu. Buna bir de gözü çıkarılan dövme modasını ekleyin, bir anda memleketteki herkes “çılgın rokçu”lara dönüşmüştü. Biz bu özentilere “vah zavallı” gözüyle bakmaya devam ederken bize faydaları bile dokunmuştu: daha çok bar açılmıştı, ve daha çok orijinal kaset geliyordu müdavimi olduğumuz Akmar pasajına.
Bu arada konserlerden hiç bahsetmedik. Tabii ki ilk yabancı grup seyrettiğimiz konser üzerimizde büyük etki bırakacaktı. Bu, Bostancı Gösteri Merkezi’ndeki unutulmaz ilk Tankard konseri oldu. Sonradan kankam olacak neredeyse herkes burada bulunmuştur. İnanılmaz eğlenmiştik. Bize doğru döne döne gelen Aptülika’yı ve yine döne döne gidişini, İblis Şeref’in “konser performansını” ilk kez görüşümü, bugün “celebrity” statüsündeki birçok arkadaşımın nasıl eğlendiği dünmüş gibi gözümün önüne geliyor. Çıkışındaki kavga ise efsanedir. Çevre esnafıyla resmen meydan muharebesi yaşanmıştı!
İlk stadyum konserimiz ise Guns’n’Roses ile gerçekleşmişti. Hislerimizi tarif etmek mümkün değildi, böyle çoşku, böyle heyecan…bu boyutta bir rock organizasyonunu o ana kadar hayal bile edememiştik. Tabii ki bu coşkuyu kaldıramayan birçok bünye de taşkın hareketler yapmaktan geri kalmayıp sinir bozdu ama Axl efendi de kaprisleriyle bu tayfadan geri kalır yanı olmadığını gösterdi o gün. Yine de çok eğlenmiştik, ama bunu 1993 Metallica konseri tabii ki bin kat aştı. Sanırım daha görkemli bir konser olamaz. Nefes kesti. Sonra konserlerin ardı arkası kesilmedi zaten (şimdilerdeki konser ve festival bolluğuna bakınca şaşırmakla kalmayıp ne çabuk şımardığımıza ve “ay yine mi onlar geliyor, yeter yahu” diyebildiğimize hayret ediyorum).
Türkiye’de durum böyleyken ben 1995 yılında, bir projede çalışmak üzere birkaç aylığına İngiltere’ye gitmiş olan eşimin yanına onu ziyarete gittim ve 3 ay orada kaldım. Anathema, My Dying Bride ve Solstice elemanlarıyla orada tanıştım, bunlar dışında Megadeth’i (Friedman ve Menza ile) ve Queensryche’ı ilk orada seyrettim. Bu deneyimlerin bendeki yeri ve önemi büyüktür. O dönem artık cd olayına da geçtiğimiz ve Londra’da aradığımız her şeyi bulmanın yanı sıra yeni şeyler de keşfettiğimiz dönemdir.
Döndüğümde Yıldız üniversitesinin çok eğlenceli geçen ve sık sık gerçekleşen konserlerine, İngiltere’den getirdiğim ve burada kimsede bulunmayan Anathema, My Dying Bride, Paradise Lost tişörtlerimi giyerek gidiyor ve fena halde ilgi topluyordum. O zamanlar tahmin edeceğiniz gibi Türkiye’de ancak birkaç model, çok kötü baskı Metallica ve Slayer tişörtünden öte pek bir şey yoktu. Ben de İngiltere’ye gitmeden önce kendi tişörtlerimi kendim yapardım. (Sarı Tiamat tişörtüm Eski Kemancı’da Emre Alkoç’la tanışmama ve sonra çok iyi arkadaş olarak RTN’nin oluşumundan beri onunla birlikte çalışmama vesile olmuştur örneğin!). Rakipsiz King Diamond aşkımdan dolayı yine kendi yaptığım King Diamond tişörtüm ise (Logo’nun altına The Eye’ın arka kapağını çizmiştim) beni efsane yapmış, sonradan tanışacağım Cenk (Turanlı) ve arkadaşları arasında “King Diamond geldi, King Diamond gitti” şeklinde anılmama yol açmıştır. :)
Neyse, Yıldız Üniversitesi diyorduk. Benim için önemi tarif edilemeyecek kadar büyüktür. Burada gerçekleşen Undermost konserinde olanlar daha sonra bütün hayatımı etkileyecek ve değiştirecek olan gelişmelerin temelini atmıştır. Ama burada fazla da özele girmeden, yine 1995 yılında gerçekleşen “Death shall rise” festivali ile devam etmek lazım. Etiler’de gerçekleşen bu konser de efsaneler arasındadır. Asafated’i ilk kez seyredip hayran olmam, Şeref’in sahneye çıkıp küfürler savurarak kavga çıkarması, sonradan “tayfam” olacak kişiler topluluğuna tesadüfen gidip ilk kez orada saati sormuş olmam benim için hep unutulmayacak anılardır. Yaklaşık on grup çalmıştı o gün, kızlardan kurulu black metal grubu Deimos çıkmıştı en son, ama beni en çok etkileyen - ve bu etkisini bir daha da kaybetmeyen – Asafated ve Tanju’nun vokali olmuştur.
Derken zaman geçer, eşim Ingiltere’den döner, eğlence devam eder. Metal piyasasında hareketlenme devam ederken beni de birçok gelişme beklemektedir. Ama bunları bir sonraki sayımızda anlatacağım artık, yerim bitti zira! O yüzden şimdilik hepinize “Stay heavy!” diyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Seyda “Abigail” Babaoğlu

Yorumlar

  1. Levent Concert Hall'da ben de vardım, Asafated'ı ilk orada mı seyrettim bilmiyorum ama aşırı alkol dozajından geri kalan hatırlayabildiklerim arasında unutulmaz bir konser olduğunu biliyorum. Eğer ailem bu müziğe daha destekçi olsaydı, konser sonrası onlar yüzünden b..mb...k şeyler yaşamasaydım o konseri daha iyi bir şekilde anacaktım tabii. Sen çok şanslısın daha rahat bir ortamda büyümüşsün belli, ailen fazla muhalif değilmiş galiba o yüzden bu müzikle ilgili ne istediysen yapabildin. Güzel nostalji turuydu dergide de okumuştum ama burada okuyup yorum atabilmek bambaşka.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Megadeth'in ilk İstanbul konseri

Rock the Nations Festival I

TANKARD Konseri, 12 Şubat 2011