Marduk Konseri
Ağrı Kesici için yazıldı:
KARANLIĞA AİT OLANLARLA BİR RAMAZAN GÜNÜ…
Marduk İstanbul’daydı! Sonunda!!!
Tam on yıldır beklemekteydim onların gelişini.1995’te Opus Nocturne’a vurulduğumdan beri deli fanlarıydım. Ve sonunda izleyecektim işte. Ama önce beraber İstanbul’u turlamamız söz konusuydu.
Nasıl tiplerle karşılaşacağımı merak ederek 23 Ekim Pazar günü Onur’la buluşup otellerine gittim. Lobide beklerken Onur bana İzmir ve Ankara’da olan biteni anlattı, derken ilk önce davulcu Emil ve basçı Magnus indiler asansörden. Tanış, hoşbeş derken Hakanoğlu Morgan ve Daniel, nam-ı diğer Mortuus, da indiler aşağı.
Hepimiz minibüse yerleştik ve Sultanahmet’e doğru yola çıktık. Yolda onlara aferin dedim hepsinin son derece uykusuz ve yol yorgunu olmalarına rağmen tarih ve kültür görmeye gelmelerine. Normalde bu gibi durumlarda illa birileri otelde kalmayı tercih eder. Ama ilk kez geldikleri yeri hepsi görmek istiyordu.
Minibüste Emil ile uzun uzun konuştuk. Sonra konu şarkı sözlerine geldi. Ben Vlad Tepes ile ilgili şarkılarından dolayı burada bir kısım insanın onlara tepki duyduğunu söyledim ve bu konuda fikirlerini sordum. Morgan tahminimi doğruladı ve dedi ki “Haklısın, bazı insanlar sadece tarihte olan bitenleri aktardığımı unutuyor, taraflı olduğumu düşünüyor, maalesef bu ayrıma varamıyorlar. Ama bu tipler hep vardı ve hep olacak. Önemli değil.” Ben, aslında ona bir kitabı (“Drakula ya da Kazıklı Voyvoda”, Florescu/McNally) imzalatmayı düşündüğümü (maksat farklılık olsun :P) ama ağırlığından dolayı getirmediğimi söyledim. (Daha sonra Opus Nocturne’u – özel anlamından dolayı – ve Pagan Angel’i – son albüm diye – imzalattım ama!).
Yolda elemanlar halen daha yorgundular, o yüzden ben Morgan’ı az konuşan biri sandım önce. Ama daha sonra bir açıldı ki sormayın gitsin! :) Zaten çok olumlu ve hoşsohbet biri olması beni az şaşırtmadı. Su mavisi gözleri yapmacıksız, içi dışı bir, ne düşündüğünü söyleyen, oyunlar oynamaktan çok uzak bir kişiliği yansıtıyordu. Daniel ve Magnus Devo en sessiz, en az konuşanlarıydı. Bunun bir sebebi de yorgunluktu şüphesiz. Ama Daniel gülümsediği zaman son derece sevimli oluyor, Magnus ise cüssesine rağmen içine kapanık, çekingen ama son derece sempatik bir görüntü sergiliyordu. Emil ise bıcır bıcır bişeydi. 25 yaşındaki bu süper davulcu, son derece kibar, güleryüzlü, konuşkan ve samimiydi gezerken. Davulun başına oturduğu an dönüştüğü hayvanı normal zamanlarda nerede saklıyor anlamak zor!
Sultanahmet’e geldik ve indik. Ramazan dolayısıyla çılgıncasına kalabalıktı ortam, her yer yeme-içme standlarıyla, açıkhava kafeleriyle, çarşaflı-türbanlı ya da turistik şekilli insanlarla doluydu, camiden vaaz sesleri yayılıyordu, havanın da süper olması sebebiyle inanılmaz bir hareketlilik vardı. O ortamda siyahlı miyahlı, derili yegane tipler biz olduğumuz için de fazlasıyla dikkat çekiyorduk. Yanımızdan geçen insanların “grup bunlar galiba” filan diye konuşması ise beni eğlendiriyordu.
Sultanahmet camii’nin avlusuna girdiğimizde gruba “Ramazan’da Müslüman ülkeye gelmekten korkmadınız mı bakim hııı?” diye sordum, “Yok, biz esas kuş gribinden korkuyos!” diye cevap verdiler, gülüştük baya. Morgan içeri girmek istedi, Onur da onlarla girmeye karar verdi, bense dışarıda beklemeye karar verdim. Bunun üzerine Emil “Ben de seninle bekliyim istersen” dedi ama ben onu “Çok düşüncelisin ama gelmişken gör bunu mutlaka” diye içeri yolladım diğerleriyle. Hepsi ayakkabılarını çıkarıp poşetlere koyarak çoraplarıyla girdi içeri (çoraplı insan görüntüsü ne kadar da savunmasız bir imaj yaratıyor yahu) , ben de camiinin bahçesinde ortamla tamamen alakasız bir metalci olarak kaldım, çimenlere serilmiş halkıma seyirlik bir unsur teşkil ettim. Tam yanıma bir Japon silsilesi geldiğinde ise baktım ki bizim İsveç tayfası da çıkıyor yine. Pek bişi anlamamışlar camiden, “büyükmüş baya” falan dediler, ben de bir-iki özelliğe dikkat çektim, “aaa” falan olup İsveççe birbirlerine anlattılar, sonra Morgan başladı yine koşturmaya önden önden, yanında Daniel. “Ne başına buyruk bişi bu!” dedim Magnus’a, “Öyledir” dedi. Allahtan uzun herif, onyüzbinmilyon kişi içinde yine de görünüyor.
Camiinin çıkışında merdivenlerde bir resim çekildim grupla, böyle etrafıma dizildiler, kendimi frontman gibi hissettim. Etrafımda hepsi süper pozlar vermiş ve pis bakarken tek ehe diye sırıtan benim, o ayrı. Ama naapiim, onca yıldır Marduk’umla ilk kez resmim olacakken evil bakmalı Black metal poz veremezdim, bünye izin vermedi. İşin güzel tarafı aynı pozdan bir de Morgan’ın kendi makinasıyla çektirmiş olması. Umarım onda daha iyi çıkmışımdır…
Bu camii bitti, hadi Ayasofya’ya dedik, hurraaaa koşturmaya başladı yine bizimki. “Morgan” diye seslendim yavaşlatmak için, durdu. “Bak” dedim, “bu Ayasofya’da her şeyi birden lanetleyebilirsin! Hem kiliseydi, hem camii, hem tapınak mapınak olduğu dönemler vardı…” “Hmm, süper pratikmiş üçü bir arada!” dedi, güldük.
Oraya varmadan önce bir de beğendiği bir standın önünde durdu, dürüm döner aldı kendine ve Daniel’a. Onları yiyerek devam ederlerken Daniel’a sordum İsveç’te çok Türk ve dolayısıyla kebapçı var mı diye, “Var ama falafel falan da çok yiyoruz” dedi.
Neyse işte, Ayasofya’ya girmedik, dışarıdan bakınıp yine bin tane resim çektiler sadece. Sonra da bir yere oturduk Emil ve Magnus’da yemek öncesi bir şeyler atıştırabilsin diye. Otantik Türk şeysi görünümlü açıkhava yerlerden birine oturduk ve biraz da orada vakit geçirdik. Emil ve Magnus da dürüme verdiler kendilerini.
Kalan zamanı Yerebatan sarnıcı ziyaretiyle değerlendirmeye karar verdik. İçeride özellikle Morgan hayranlığını gizlemedi, karanlık kasvetli ortamda gözleri parladı, yüzü aydınlandı – burası onun ruhunu açan bir yerdi belli ki. Ben de mekanın hastası olduğum için beraberce övgüler düzdük atmosferine ve insanda yarattığı etkiye. Suya paralar atıp dilekler diledik – Emil paraya doğru bir balığın gelmesini dilediğini söyledi, paraya doğru gelen balığı görünce. Daniel de “Ben bu büyük balığı yemeyi diliyorum” dedi ama bu dilek gerçekleşmediği için ben de kendiminki adına endişeye düştüm. J Emil bir ara – hala adam gibi kullanmasını öğrenmediğim - makinamla birkaç fotoğraf çekmek istedi ama pek başarılı olamadık o karanlıkta. Fakat Morgan’ın makinasıyla Onur öyle bir grup resimlerini çekti ki aklınız durur. İnanılmaz görünüyorlardı kırmızı-siyah ışığın ortasında, sadece sütunlar ve sularla çevrili olarak. Keşke sahne kıyafetleri ile öyle bir resim çekilebilselerdi – albüm kitapçığı için daha güzel bir resim düşünemiyorum. Emil’e “Muhteşem bir resim oldu” dedim, “Evet, pozlarım üzerinde çalışıyorum baya” dedi. :)
Çıkışta hemen minibüsümüze gidip soundcheck’e doğru yol almaya başladık. Yolda Morgan “Seyda, şu kralı biliyor musun/şunu okumuş muydun?” falan diye muhabbet açıp bir sürü tarihsel olay, ayrıca “kalabalık” kelimesinin orijinini (İsveççeymiş…) anlattı, çok eğlenceli ve enteresandı. Tarihten söz açılmışken “Neden Vikingler hakkında en ufak bir şarkı sözünüz yok İsveçli olup da? Niçin tercih etmiyorsunuz?” diye sordum, “Onu yapan çok var, hem benim ilgimi daha çok çeken konular var, onlar hakkında yazmayı tercih ediyorum. Hem benim yazdığım konular hakkında daha az şarkı sözü yazılıyor, ayrıca o Vikinglerle ilgili müzik yapan grupların ne kendilerini tanırım, ne müzikleri ilgimi çekiyor” dedi. “Peki bir gün Black Metal dışında bir müzik yapmayı düşünebilir misin?” diye sorunca, “Tabii, ama bu yine karanlık bir müzik olur, muhtemelen akustik bir şeyler olabilir” dedi.
Başka bir konu ise barış’tı. Ben “Barış’la ne gibi bir derdin var, Morgan? Bütün bu Death to Peace olayı nedir?” diye sorduğumda şu cevabı aldım: “Pek bir derdim yok, ama savaş dünyanın dönmesini sağlayan şeydir…” “O halde dünyanın şu anki durumundan memnunsundur” diye devam ettiğimde “Yoo, şu an dünya en barışçıl dönemlerinden birini yaşıyor bence” dedi.
Ya diğer karanlık konular? “Şu şeytan konusunda ciddi misiniz? İnanıyor musun bunlara?” dedim Morgan’a, hiçbirşeye inanmadığı cevabını aldım.
İsveç’teki Black Metal ortamlarıyla ilgili soruma ise pek fazla kimseyle arkadaş olmadıklarını, ortamlarda takılmayı tercih etmediklerini söylediler. Morgan köpeğiyle gezmeyi ve balık tutmayı (ufak bir teknesi varmış) tercih ediyormuş. Emil ise konserlere gelen tayfadan bahsetti: “Hepsi sadece kollarını kavuşturup sahnedeki grubu eleştirmek üzere izliyor konserleri. Kimsenin eğlenmeye geldiği yok. Hata yapmanı bekliyorlar sadece, sırf bunu yakalamak için izliyorlar” diye konuştu.
İşte bu gibi konular hakkında laflayarak önce yemek yiyeceğimiz Nevizade’ye vardık. Yerleştik, yemekler seçildi (Daniel ve ben baya uğraştık ortak kullandığımız garip menü kartıyla – katlanınca kutu olabilen tuhaf bişi – harita okur gibiydik) ve beklenmeye başlandı, o arada da muhabbet devam etti doğal olarak. Morgan ile ben saçma sapık konulara daldık yine heyecanla – mesela onun kafatası koleksiyonu! 1300’lerden kalma iki adet kafatası, koleksiyonunun en nadide parçalarıymış! “Gece ruhu gelmiyor mu onların haha” dedim, “Yoo duruyorlar öyle” dedi. Silah koleksiyonu da yapıyor ve çok pahalı bir “hobi” olmasına rağmen maddi olanakları elverdiğince dünya savaşlarında kullanılmış alet-edevatı satın alıyor. Evi pek büyük olmamasına rağmen bunlara belli bir yer ayırmış. Ben ona İskoçya’dan alıp getirmeyi istediğim gürz’ü anlattım özlemle (çok güzeldi ama benim olamadı maalesef). Ve koleksiyon demişken McFarlane oyuncaklarını es geçmek olmazdı. “Six Faces of Madness” serisini ona tavsiye ederek Kontes Bathory’mi ve Vlad’ımı tarif ettim ona. Derken İsveç’e gelirsem neleri görmeliyim tarihsel anlamda sorusunun cevabını istedim, bana kesinlikle görülesi birkaç savaş müzesi tarif etti. Oradan konu nasıl olduysa bir şekilde Danzig’e geldi. “Hastasıyım!!!” diyip Morgan’a Danzig cüzdanımı gösterdim, “vaay” oldu. Danzig’le kankalarmış. “Yaptığı her şeyden bana bir adet gönderir hemen” dedi, “örneğin evde bu kadar çizgi romanı birikti” diyerek iki koca istif tarif etti elleriyle göstererek. Danzig’in müziğini, aynı zamanda da kişiliğini konuştuk. Morgan “Son derece samimi bir heriftir, asla denildiği gibi kendini beğenmiş ve soğuk değildir, sadece bir durumdan hoşlanmadığında bunu belli eder, yapmacıklığı yoktur” diye tarif etti arkadaşını.
Danzig cüzdanım çıkmışken içindeki asıl cevheri göstermemek olmazdı – hemen çıkarttım King Diamond’la resmimi, Morgan’a uzattım. Evet, henüz King hakkında konuşmamıştık ve bu olmazsa olmazdı benim için! J “Aaa, King!” dedi Morgan ve devam etti: “Ben onu 1987’de Abigail turnesinde izlemiştim.” Ben “Pis şanslı İskandinav seni, BENİM HAKKIMDI ULAN O!!!” diye düşünürken ekledi: “Yaw minicik bi adammış o, bir festivalde yanından geçtim, gördün mü King’di o dediler, inanamadım. Ben onun esas eski dönemini severim, The Eye, Abigail, Them filan, sonradan yaptığı şeylerden hiç hoşlanmadım, çok sahte geldi bana.” Ben tabiiki savundum onları da ama elbette eski dönem apayrıydı, benim için de yeri ve önemi farklıydı, o yüzden ne demek istediğini gayet iyi anladım ve oracıkta kan çıkarmadım…Biraz da Mercyful Fate filan konuştuktan sonra konu yine başka yerlere geldi, ve ben Marduk’un Plague Angel albüm kitapçığını çıkarıp arka yüzdeki resmin altındaki yazının anlamını sordum. “O resim bizim orada çok eski bir kilisede yer alıyor, ölümle satranç oynayan insan resmi ölümün her zaman galip geleceğini ifade ediyor” diye açıkladı.
Sonunda yemekler geldi, sadece Emil’in özel olarak istediği balık hala yoktu ortada. Klasik “hala tutmaya çalışıyorlar herhalde balığı ehehe” esprilerinden (oy ne fenaymış…) uzuuun bir süre sonra, bizim yemekler bitince, geldi onunki ve biz vakit geçirmeye devam ettik. Magnus saatime kilitlendi, “oha ne güzelmiş o” dedi, ben de onun tişörtüne. “Ne yazıyo?” dedim, “Bilmem ki, kalitesi güzel diye giyiyorum” oldu. Bu kadar şirin, sessiz bir adamcığın bir Black Metal grubunda ne işi var diye düşünmedim değil. Ama zaten Emil de klişelere uymuyordu – soğuk ve içine kapanık bir İskandinav değil, samimi ve sevimli bir Yugoslav kökenli genç olarak. İsveçlilerin bireyselliğini ve paylaşım olayından son derece uzak olduklarını anlattı bize. “Sizdeki gibi böyle mangal falan yapıp komşuları çağırmak gibi şeyler yoktur İsveç’te, kimse bir şeyini paylaşmaz, başkalarından kaçırır. Bir partiye de ancak kendi içeceğini götürür ve sadece onu içersin. “ şeklinde tarif etti ülkelerindeki sosyal davranış kalıplarını. Herneyse, tüm bu sohbetlerin sonunda Emil’in de karnı doymuş olduğunda kalktık.
Otele gittik, eşyaları aldık, sonra da Bronx’a doğru yola koyulduk. Elimde Morgan’ın kamerası ile, meteor yağmuruna tutulmuş görünümlü İstiklal’den, elinde gitarlarıyla falan atlaya zıplaya Marduk ile yürümek eğlenceliydi (!). Yolda bir eleman gelip beraber yürümekte olduğum Magnus’a “Marduk elemanısın dimi??” gibi bir şeyler dedi, o da “Evet, akşama konserde görüşürüz” şeklinde bir cevap verdi. Sonra bana dönüp “Beni hala tanımaları – onca yıl ara vermiş olmama rağmen – çok onur verici” dedi.
Bronx’ta soundcheck’te yaşanan ve konuşulanlara girmem doğru olmaz şu an, o yüzden bunu es geçip hemen bitimine atlıyorum. Sadece eldeki şartlarla en iyisini yapmaya gayret ettiklerini söyleyelim. Evet, soundcheck bitti ve beraber otele gitme vakti geldi yine, ama ben davetli listesi ile ilgili bir işten dolayı birkaç saniye daha geç çıktım Bronx’tan. Bir baktım ki önden koşturuyor bunlar yine, en önde Morgan ve Daniel – ve yanlış taraftan yolu fena halde uzatarak gidiyorlar! Otelde Morgan’a “Ne koşturuyorsun bilip bilmeden!” dedim, “Bildiğim yol buydu” dedi. Magnus demişti zaten “Bu ikisi hep böyle önden koşar nereye gideceğini bilirmiş gibi!” diye.
Sonra Morgan, ben ve iki arkadaş oturduk lobide ve röportaj yapıldı, resimler çekildi, sonra da eleman diğerleri gibi konser öncesi biraz dinlenmek üzere odasına çekildi. O arada Emil indi lobiye, kimse kalmamıştı, bir tek ben takılıyor ve dinleniyordum. Biraz muhabbet ettik, sonra onu da dinlenmeye yolladım. Arada Bronx’a uğradım, ortama baktım, vakti gelince de grubu almaya tekrar otele döndüm.
Çok dakiklerdi, lobide tam zamanında toplandılar. O sırada Onur yanında Didem’i de getirerek geldi ve sonra hep beraber yola çıktık. Bronx’ta onları odalarına yerleştirip konserden sonra görüşürüz diyerek ortamla kaynaşmaya gittim.
Ve sonunda on yıldır beklediğim an geldi çattı! Grup sahneye doğru ilerledi. Bunu tarif edecek en uygun sözler şunlar olur: From the shadows they emerged…Those who were not God’s children. Those of the Unlight…
Kadro değişiklikleri de olmuş olsa önemli değildi, sahnedeki MARDUK’tu ve ne Emil, ne de Daniel – ya da sahnedeki Mortuus adındaki o “şey”- öncekileri aratıyordu! Konseri anlatmayacağım, bunu yapanlar zaten olacaktır, zaten orada olanlar biliyor, olmayana da ne kadar anlatılabilir bu bilmiyorum. Ama şunu söylemeliyim ki uzun süre Emil’in davul çalışına kilitlenip başka bir şey izleyemedim. Fakat esas göz hapsine Mortuus maruz kaldı! Sahnedeki o agresif, tehlikeli, leş görünümlü yaratık güzelliğin ta kendisiydi bir anlamda. Normal hayattaki Daniel ne kadar pek göze batmayan, kendi halinde bir metalci görünümündeyse, sahnede Mortuus o kadar karizmatikti doğrusu.
Zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadan konserin sonu geldi sonra. Üzüntüyle izledim herkesin gidişini, ışıkların yakılmasını, ortalığın süpürülmesini…gerçeğe dönüşü. Grup kendi performanslarından memnun değildi, ama ben yine de çok iyi vakit geçirdiğimi söyledim. Bu müthiş konserin bir anısı olarak grupla vedalaşmadan önce yarısından fazlası akmış gitmiş ya da silinmiş makyajlı halleriyle bir resim çektirdim. Ve sonra haberleşiriz, mailleşiriz diyerek sarıldık, öpüştük, ve ben grubu Onur’a teslim ederek (o uykusuz haliyle bir de onları sabaha karşı havaalanına götürecekti daha) ayrıldım mekandan, tekrar gelmelerini umarak.
Heaven burnt when they were gathered…
Seyda “Abigail” Babaoğlu
KARANLIĞA AİT OLANLARLA BİR RAMAZAN GÜNÜ…
Marduk İstanbul’daydı! Sonunda!!!
Tam on yıldır beklemekteydim onların gelişini.1995’te Opus Nocturne’a vurulduğumdan beri deli fanlarıydım. Ve sonunda izleyecektim işte. Ama önce beraber İstanbul’u turlamamız söz konusuydu.
Nasıl tiplerle karşılaşacağımı merak ederek 23 Ekim Pazar günü Onur’la buluşup otellerine gittim. Lobide beklerken Onur bana İzmir ve Ankara’da olan biteni anlattı, derken ilk önce davulcu Emil ve basçı Magnus indiler asansörden. Tanış, hoşbeş derken Hakanoğlu Morgan ve Daniel, nam-ı diğer Mortuus, da indiler aşağı.
Hepimiz minibüse yerleştik ve Sultanahmet’e doğru yola çıktık. Yolda onlara aferin dedim hepsinin son derece uykusuz ve yol yorgunu olmalarına rağmen tarih ve kültür görmeye gelmelerine. Normalde bu gibi durumlarda illa birileri otelde kalmayı tercih eder. Ama ilk kez geldikleri yeri hepsi görmek istiyordu.
Minibüste Emil ile uzun uzun konuştuk. Sonra konu şarkı sözlerine geldi. Ben Vlad Tepes ile ilgili şarkılarından dolayı burada bir kısım insanın onlara tepki duyduğunu söyledim ve bu konuda fikirlerini sordum. Morgan tahminimi doğruladı ve dedi ki “Haklısın, bazı insanlar sadece tarihte olan bitenleri aktardığımı unutuyor, taraflı olduğumu düşünüyor, maalesef bu ayrıma varamıyorlar. Ama bu tipler hep vardı ve hep olacak. Önemli değil.” Ben, aslında ona bir kitabı (“Drakula ya da Kazıklı Voyvoda”, Florescu/McNally) imzalatmayı düşündüğümü (maksat farklılık olsun :P) ama ağırlığından dolayı getirmediğimi söyledim. (Daha sonra Opus Nocturne’u – özel anlamından dolayı – ve Pagan Angel’i – son albüm diye – imzalattım ama!).
Yolda elemanlar halen daha yorgundular, o yüzden ben Morgan’ı az konuşan biri sandım önce. Ama daha sonra bir açıldı ki sormayın gitsin! :) Zaten çok olumlu ve hoşsohbet biri olması beni az şaşırtmadı. Su mavisi gözleri yapmacıksız, içi dışı bir, ne düşündüğünü söyleyen, oyunlar oynamaktan çok uzak bir kişiliği yansıtıyordu. Daniel ve Magnus Devo en sessiz, en az konuşanlarıydı. Bunun bir sebebi de yorgunluktu şüphesiz. Ama Daniel gülümsediği zaman son derece sevimli oluyor, Magnus ise cüssesine rağmen içine kapanık, çekingen ama son derece sempatik bir görüntü sergiliyordu. Emil ise bıcır bıcır bişeydi. 25 yaşındaki bu süper davulcu, son derece kibar, güleryüzlü, konuşkan ve samimiydi gezerken. Davulun başına oturduğu an dönüştüğü hayvanı normal zamanlarda nerede saklıyor anlamak zor!
Sultanahmet’e geldik ve indik. Ramazan dolayısıyla çılgıncasına kalabalıktı ortam, her yer yeme-içme standlarıyla, açıkhava kafeleriyle, çarşaflı-türbanlı ya da turistik şekilli insanlarla doluydu, camiden vaaz sesleri yayılıyordu, havanın da süper olması sebebiyle inanılmaz bir hareketlilik vardı. O ortamda siyahlı miyahlı, derili yegane tipler biz olduğumuz için de fazlasıyla dikkat çekiyorduk. Yanımızdan geçen insanların “grup bunlar galiba” filan diye konuşması ise beni eğlendiriyordu.
Sultanahmet camii’nin avlusuna girdiğimizde gruba “Ramazan’da Müslüman ülkeye gelmekten korkmadınız mı bakim hııı?” diye sordum, “Yok, biz esas kuş gribinden korkuyos!” diye cevap verdiler, gülüştük baya. Morgan içeri girmek istedi, Onur da onlarla girmeye karar verdi, bense dışarıda beklemeye karar verdim. Bunun üzerine Emil “Ben de seninle bekliyim istersen” dedi ama ben onu “Çok düşüncelisin ama gelmişken gör bunu mutlaka” diye içeri yolladım diğerleriyle. Hepsi ayakkabılarını çıkarıp poşetlere koyarak çoraplarıyla girdi içeri (çoraplı insan görüntüsü ne kadar da savunmasız bir imaj yaratıyor yahu) , ben de camiinin bahçesinde ortamla tamamen alakasız bir metalci olarak kaldım, çimenlere serilmiş halkıma seyirlik bir unsur teşkil ettim. Tam yanıma bir Japon silsilesi geldiğinde ise baktım ki bizim İsveç tayfası da çıkıyor yine. Pek bişi anlamamışlar camiden, “büyükmüş baya” falan dediler, ben de bir-iki özelliğe dikkat çektim, “aaa” falan olup İsveççe birbirlerine anlattılar, sonra Morgan başladı yine koşturmaya önden önden, yanında Daniel. “Ne başına buyruk bişi bu!” dedim Magnus’a, “Öyledir” dedi. Allahtan uzun herif, onyüzbinmilyon kişi içinde yine de görünüyor.
Camiinin çıkışında merdivenlerde bir resim çekildim grupla, böyle etrafıma dizildiler, kendimi frontman gibi hissettim. Etrafımda hepsi süper pozlar vermiş ve pis bakarken tek ehe diye sırıtan benim, o ayrı. Ama naapiim, onca yıldır Marduk’umla ilk kez resmim olacakken evil bakmalı Black metal poz veremezdim, bünye izin vermedi. İşin güzel tarafı aynı pozdan bir de Morgan’ın kendi makinasıyla çektirmiş olması. Umarım onda daha iyi çıkmışımdır…
Bu camii bitti, hadi Ayasofya’ya dedik, hurraaaa koşturmaya başladı yine bizimki. “Morgan” diye seslendim yavaşlatmak için, durdu. “Bak” dedim, “bu Ayasofya’da her şeyi birden lanetleyebilirsin! Hem kiliseydi, hem camii, hem tapınak mapınak olduğu dönemler vardı…” “Hmm, süper pratikmiş üçü bir arada!” dedi, güldük.
Oraya varmadan önce bir de beğendiği bir standın önünde durdu, dürüm döner aldı kendine ve Daniel’a. Onları yiyerek devam ederlerken Daniel’a sordum İsveç’te çok Türk ve dolayısıyla kebapçı var mı diye, “Var ama falafel falan da çok yiyoruz” dedi.
Neyse işte, Ayasofya’ya girmedik, dışarıdan bakınıp yine bin tane resim çektiler sadece. Sonra da bir yere oturduk Emil ve Magnus’da yemek öncesi bir şeyler atıştırabilsin diye. Otantik Türk şeysi görünümlü açıkhava yerlerden birine oturduk ve biraz da orada vakit geçirdik. Emil ve Magnus da dürüme verdiler kendilerini.
Kalan zamanı Yerebatan sarnıcı ziyaretiyle değerlendirmeye karar verdik. İçeride özellikle Morgan hayranlığını gizlemedi, karanlık kasvetli ortamda gözleri parladı, yüzü aydınlandı – burası onun ruhunu açan bir yerdi belli ki. Ben de mekanın hastası olduğum için beraberce övgüler düzdük atmosferine ve insanda yarattığı etkiye. Suya paralar atıp dilekler diledik – Emil paraya doğru bir balığın gelmesini dilediğini söyledi, paraya doğru gelen balığı görünce. Daniel de “Ben bu büyük balığı yemeyi diliyorum” dedi ama bu dilek gerçekleşmediği için ben de kendiminki adına endişeye düştüm. J Emil bir ara – hala adam gibi kullanmasını öğrenmediğim - makinamla birkaç fotoğraf çekmek istedi ama pek başarılı olamadık o karanlıkta. Fakat Morgan’ın makinasıyla Onur öyle bir grup resimlerini çekti ki aklınız durur. İnanılmaz görünüyorlardı kırmızı-siyah ışığın ortasında, sadece sütunlar ve sularla çevrili olarak. Keşke sahne kıyafetleri ile öyle bir resim çekilebilselerdi – albüm kitapçığı için daha güzel bir resim düşünemiyorum. Emil’e “Muhteşem bir resim oldu” dedim, “Evet, pozlarım üzerinde çalışıyorum baya” dedi. :)
Çıkışta hemen minibüsümüze gidip soundcheck’e doğru yol almaya başladık. Yolda Morgan “Seyda, şu kralı biliyor musun/şunu okumuş muydun?” falan diye muhabbet açıp bir sürü tarihsel olay, ayrıca “kalabalık” kelimesinin orijinini (İsveççeymiş…) anlattı, çok eğlenceli ve enteresandı. Tarihten söz açılmışken “Neden Vikingler hakkında en ufak bir şarkı sözünüz yok İsveçli olup da? Niçin tercih etmiyorsunuz?” diye sordum, “Onu yapan çok var, hem benim ilgimi daha çok çeken konular var, onlar hakkında yazmayı tercih ediyorum. Hem benim yazdığım konular hakkında daha az şarkı sözü yazılıyor, ayrıca o Vikinglerle ilgili müzik yapan grupların ne kendilerini tanırım, ne müzikleri ilgimi çekiyor” dedi. “Peki bir gün Black Metal dışında bir müzik yapmayı düşünebilir misin?” diye sorunca, “Tabii, ama bu yine karanlık bir müzik olur, muhtemelen akustik bir şeyler olabilir” dedi.
Başka bir konu ise barış’tı. Ben “Barış’la ne gibi bir derdin var, Morgan? Bütün bu Death to Peace olayı nedir?” diye sorduğumda şu cevabı aldım: “Pek bir derdim yok, ama savaş dünyanın dönmesini sağlayan şeydir…” “O halde dünyanın şu anki durumundan memnunsundur” diye devam ettiğimde “Yoo, şu an dünya en barışçıl dönemlerinden birini yaşıyor bence” dedi.
Ya diğer karanlık konular? “Şu şeytan konusunda ciddi misiniz? İnanıyor musun bunlara?” dedim Morgan’a, hiçbirşeye inanmadığı cevabını aldım.
İsveç’teki Black Metal ortamlarıyla ilgili soruma ise pek fazla kimseyle arkadaş olmadıklarını, ortamlarda takılmayı tercih etmediklerini söylediler. Morgan köpeğiyle gezmeyi ve balık tutmayı (ufak bir teknesi varmış) tercih ediyormuş. Emil ise konserlere gelen tayfadan bahsetti: “Hepsi sadece kollarını kavuşturup sahnedeki grubu eleştirmek üzere izliyor konserleri. Kimsenin eğlenmeye geldiği yok. Hata yapmanı bekliyorlar sadece, sırf bunu yakalamak için izliyorlar” diye konuştu.
İşte bu gibi konular hakkında laflayarak önce yemek yiyeceğimiz Nevizade’ye vardık. Yerleştik, yemekler seçildi (Daniel ve ben baya uğraştık ortak kullandığımız garip menü kartıyla – katlanınca kutu olabilen tuhaf bişi – harita okur gibiydik) ve beklenmeye başlandı, o arada da muhabbet devam etti doğal olarak. Morgan ile ben saçma sapık konulara daldık yine heyecanla – mesela onun kafatası koleksiyonu! 1300’lerden kalma iki adet kafatası, koleksiyonunun en nadide parçalarıymış! “Gece ruhu gelmiyor mu onların haha” dedim, “Yoo duruyorlar öyle” dedi. Silah koleksiyonu da yapıyor ve çok pahalı bir “hobi” olmasına rağmen maddi olanakları elverdiğince dünya savaşlarında kullanılmış alet-edevatı satın alıyor. Evi pek büyük olmamasına rağmen bunlara belli bir yer ayırmış. Ben ona İskoçya’dan alıp getirmeyi istediğim gürz’ü anlattım özlemle (çok güzeldi ama benim olamadı maalesef). Ve koleksiyon demişken McFarlane oyuncaklarını es geçmek olmazdı. “Six Faces of Madness” serisini ona tavsiye ederek Kontes Bathory’mi ve Vlad’ımı tarif ettim ona. Derken İsveç’e gelirsem neleri görmeliyim tarihsel anlamda sorusunun cevabını istedim, bana kesinlikle görülesi birkaç savaş müzesi tarif etti. Oradan konu nasıl olduysa bir şekilde Danzig’e geldi. “Hastasıyım!!!” diyip Morgan’a Danzig cüzdanımı gösterdim, “vaay” oldu. Danzig’le kankalarmış. “Yaptığı her şeyden bana bir adet gönderir hemen” dedi, “örneğin evde bu kadar çizgi romanı birikti” diyerek iki koca istif tarif etti elleriyle göstererek. Danzig’in müziğini, aynı zamanda da kişiliğini konuştuk. Morgan “Son derece samimi bir heriftir, asla denildiği gibi kendini beğenmiş ve soğuk değildir, sadece bir durumdan hoşlanmadığında bunu belli eder, yapmacıklığı yoktur” diye tarif etti arkadaşını.
Danzig cüzdanım çıkmışken içindeki asıl cevheri göstermemek olmazdı – hemen çıkarttım King Diamond’la resmimi, Morgan’a uzattım. Evet, henüz King hakkında konuşmamıştık ve bu olmazsa olmazdı benim için! J “Aaa, King!” dedi Morgan ve devam etti: “Ben onu 1987’de Abigail turnesinde izlemiştim.” Ben “Pis şanslı İskandinav seni, BENİM HAKKIMDI ULAN O!!!” diye düşünürken ekledi: “Yaw minicik bi adammış o, bir festivalde yanından geçtim, gördün mü King’di o dediler, inanamadım. Ben onun esas eski dönemini severim, The Eye, Abigail, Them filan, sonradan yaptığı şeylerden hiç hoşlanmadım, çok sahte geldi bana.” Ben tabiiki savundum onları da ama elbette eski dönem apayrıydı, benim için de yeri ve önemi farklıydı, o yüzden ne demek istediğini gayet iyi anladım ve oracıkta kan çıkarmadım…Biraz da Mercyful Fate filan konuştuktan sonra konu yine başka yerlere geldi, ve ben Marduk’un Plague Angel albüm kitapçığını çıkarıp arka yüzdeki resmin altındaki yazının anlamını sordum. “O resim bizim orada çok eski bir kilisede yer alıyor, ölümle satranç oynayan insan resmi ölümün her zaman galip geleceğini ifade ediyor” diye açıkladı.
Sonunda yemekler geldi, sadece Emil’in özel olarak istediği balık hala yoktu ortada. Klasik “hala tutmaya çalışıyorlar herhalde balığı ehehe” esprilerinden (oy ne fenaymış…) uzuuun bir süre sonra, bizim yemekler bitince, geldi onunki ve biz vakit geçirmeye devam ettik. Magnus saatime kilitlendi, “oha ne güzelmiş o” dedi, ben de onun tişörtüne. “Ne yazıyo?” dedim, “Bilmem ki, kalitesi güzel diye giyiyorum” oldu. Bu kadar şirin, sessiz bir adamcığın bir Black Metal grubunda ne işi var diye düşünmedim değil. Ama zaten Emil de klişelere uymuyordu – soğuk ve içine kapanık bir İskandinav değil, samimi ve sevimli bir Yugoslav kökenli genç olarak. İsveçlilerin bireyselliğini ve paylaşım olayından son derece uzak olduklarını anlattı bize. “Sizdeki gibi böyle mangal falan yapıp komşuları çağırmak gibi şeyler yoktur İsveç’te, kimse bir şeyini paylaşmaz, başkalarından kaçırır. Bir partiye de ancak kendi içeceğini götürür ve sadece onu içersin. “ şeklinde tarif etti ülkelerindeki sosyal davranış kalıplarını. Herneyse, tüm bu sohbetlerin sonunda Emil’in de karnı doymuş olduğunda kalktık.
Otele gittik, eşyaları aldık, sonra da Bronx’a doğru yola koyulduk. Elimde Morgan’ın kamerası ile, meteor yağmuruna tutulmuş görünümlü İstiklal’den, elinde gitarlarıyla falan atlaya zıplaya Marduk ile yürümek eğlenceliydi (!). Yolda bir eleman gelip beraber yürümekte olduğum Magnus’a “Marduk elemanısın dimi??” gibi bir şeyler dedi, o da “Evet, akşama konserde görüşürüz” şeklinde bir cevap verdi. Sonra bana dönüp “Beni hala tanımaları – onca yıl ara vermiş olmama rağmen – çok onur verici” dedi.
Bronx’ta soundcheck’te yaşanan ve konuşulanlara girmem doğru olmaz şu an, o yüzden bunu es geçip hemen bitimine atlıyorum. Sadece eldeki şartlarla en iyisini yapmaya gayret ettiklerini söyleyelim. Evet, soundcheck bitti ve beraber otele gitme vakti geldi yine, ama ben davetli listesi ile ilgili bir işten dolayı birkaç saniye daha geç çıktım Bronx’tan. Bir baktım ki önden koşturuyor bunlar yine, en önde Morgan ve Daniel – ve yanlış taraftan yolu fena halde uzatarak gidiyorlar! Otelde Morgan’a “Ne koşturuyorsun bilip bilmeden!” dedim, “Bildiğim yol buydu” dedi. Magnus demişti zaten “Bu ikisi hep böyle önden koşar nereye gideceğini bilirmiş gibi!” diye.
Sonra Morgan, ben ve iki arkadaş oturduk lobide ve röportaj yapıldı, resimler çekildi, sonra da eleman diğerleri gibi konser öncesi biraz dinlenmek üzere odasına çekildi. O arada Emil indi lobiye, kimse kalmamıştı, bir tek ben takılıyor ve dinleniyordum. Biraz muhabbet ettik, sonra onu da dinlenmeye yolladım. Arada Bronx’a uğradım, ortama baktım, vakti gelince de grubu almaya tekrar otele döndüm.
Çok dakiklerdi, lobide tam zamanında toplandılar. O sırada Onur yanında Didem’i de getirerek geldi ve sonra hep beraber yola çıktık. Bronx’ta onları odalarına yerleştirip konserden sonra görüşürüz diyerek ortamla kaynaşmaya gittim.
Ve sonunda on yıldır beklediğim an geldi çattı! Grup sahneye doğru ilerledi. Bunu tarif edecek en uygun sözler şunlar olur: From the shadows they emerged…Those who were not God’s children. Those of the Unlight…
Kadro değişiklikleri de olmuş olsa önemli değildi, sahnedeki MARDUK’tu ve ne Emil, ne de Daniel – ya da sahnedeki Mortuus adındaki o “şey”- öncekileri aratıyordu! Konseri anlatmayacağım, bunu yapanlar zaten olacaktır, zaten orada olanlar biliyor, olmayana da ne kadar anlatılabilir bu bilmiyorum. Ama şunu söylemeliyim ki uzun süre Emil’in davul çalışına kilitlenip başka bir şey izleyemedim. Fakat esas göz hapsine Mortuus maruz kaldı! Sahnedeki o agresif, tehlikeli, leş görünümlü yaratık güzelliğin ta kendisiydi bir anlamda. Normal hayattaki Daniel ne kadar pek göze batmayan, kendi halinde bir metalci görünümündeyse, sahnede Mortuus o kadar karizmatikti doğrusu.
Zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadan konserin sonu geldi sonra. Üzüntüyle izledim herkesin gidişini, ışıkların yakılmasını, ortalığın süpürülmesini…gerçeğe dönüşü. Grup kendi performanslarından memnun değildi, ama ben yine de çok iyi vakit geçirdiğimi söyledim. Bu müthiş konserin bir anısı olarak grupla vedalaşmadan önce yarısından fazlası akmış gitmiş ya da silinmiş makyajlı halleriyle bir resim çektirdim. Ve sonra haberleşiriz, mailleşiriz diyerek sarıldık, öpüştük, ve ben grubu Onur’a teslim ederek (o uykusuz haliyle bir de onları sabaha karşı havaalanına götürecekti daha) ayrıldım mekandan, tekrar gelmelerini umarak.
Heaven burnt when they were gathered…
Seyda “Abigail” Babaoğlu
Yorumlar
Yorum Gönder