Bir Anathema yazısı daha
Bir Anathema yazısı daha mı?!? Evet!!!
Kendinizi kötü hissettiğinizde siz ne yaparsınız bilmem. Ben genelde yazı yazarım. O yüzden bu belki de anlamsız ve gereksiz Anathema yazısını yazmaya koyuldum. İlham kaynağı dünki konser olsa da bu tam anlamıyla bir konser yazısı değil. Bir “ilişki” yazısı. İnişleri ve çıkışlarıyla.
Anathema ile “ilişkim” 90’lı yılların başlarına dayanıyor. İlk kez Lars adlı bir Alman arkadaşımız dinletmişti onları bana ve o dönemki eşim olan Ufuk’a. Tapmıştık. O dönem biz klasik heavy metal’le ve thrash’le coşarken doom death kapısı aralanmıştı bizim için ve o aralığı en kısa zamanda ardına kadar açtık biz! Anathema’yı Türkiye sınırları içinde ilk dinleyenlerden ve ilk fanlarındandık. Birçok arkadaşımıza yine ilk biz dinlettik. O yıllar büyülüydü adeta. Doksanlı yılların tamamı büyülüydü zaten. Doom death’in bunda etkisi büyüktü. Yeni ve derinden etkileyici bu janrın en baba temsilcileri olan Anathema, My Dying Bride ve Paradise Lost’un ateşli birer hayranı olarak 1995 yılında İngiltere’de kaldığımız dönemlerde konserlerini beklemeye koyulduk...Mutlaka canlı olarak izlemeliydik onları kendi ülkelerinde.
Ve nihayet beklenen konser haberini aldık! ’95 yazında güneşli bir günde Bradford Rio kulübünün önünde 5-6 kişi takılmaktayken Maidenhead’den yola çıkmış olan Ufuk ve ben de oraya vardık. Kızıl rasta saçlı bir herifin yanına gidip tanıştım, gerçekten de tahmin ettiğim gibi Danny’di. Yere göğe sığdıramadığım ve bence dünyanın en iyi gruplarından birinin gitaristinin öylece “normal” bir insan gibi ortalıkta dolanıyor olması inanılmaz gelmişti. Hem zaten niye izdiham yoktu ki? İnsanlar içeri girmiş olmalıydı, kulübün önündeki tenhalık ancak böyle açıklanabilirdi...
Fakat içeri girdiğimizde şok halim devam etti. Sadece 50 kadar insan vardı! Nasıl olurdu bu, nasıl??? Bu grup nasıl bu kadar az seyirciye çalacaktı, üstelik tüm metal camiası onlardan bahsederken, dergiler onların röportajlarıyla dolup taşarken??? Neyse, canıma minnet, bari rahat izleyeceğim diyip konseri kah ağzım bi karış açık, kah azarak izledim. Serenades ve Pentecost III’den çaldılar hep. Darren’in ayrılmasından sonra Vincent daha yeni geçmişti vokale ama henüz deneyimi az olmasına rağmen beni çok etkilemişti. (Bu arada ilginç bir anekdot da Duncan’ın üzerindeki beyaz fırfırlı gotik gömleğini daha önce bir konserde bizim Lars’ın üstünde görmüş ve ondan satın almış olmasıydı).
O gün Danny ile arkadaş olmuş ve süper muhabbet etmiştik. Bizi zaman zaman alt grupları olan Solstice elemanlarıyla tanıştırmıştı “Bakın bu arkadaşlar Türkiye’den gelmiş olm!!” diye. Beraberce çikolata falan yemiş ve çok eğlenmiştik. Solstice’in davulcusu Shawn çok centilmendi, elime bir buse kondurmuş ve teatral bir biçimde iltifatlar etmişti, gotik kıyafetlerinin içinde Prag şehrinin güzelliğinden bahsederken bir önceki yüzyıla aitmiş gibi görünüyordu.
Danny’ye “Neden Türkiye’ye gelmiyorsunuz?” demiştim, o da “Gelmek isteriz ama orada kimse bizi tanımıyor ki!” diye cevap vermişti. Ben de “Hiç te bilem, birsürü fanınız var!” diye yalan söylemiştim (nereden bilecektim ki bir gün gerçekten böyle olacağını?). Bunun üzerine, “O zaman menejerimizle konuşun, gelelim” demişti. Ben “Yok yok vazgeçtim, gelirseniz şimdi bir de acaip popüler falan olursunuz, bütün minik okul kızları tişörtlerinizi giyer dolaşır falan, istemem” diyince o da “Biz de bunu istiyoruz zaten!” demişti (nereden bilecekti ki bir gün gerçekten bunun gerçekleşeceğini?).
Neyse, mekandan ayrılma vakti geldi ve Ufuk’la otelimize döndük. Şirketin ona verdiği Ford Mondeo orada acaip göze batıyordu – Bradford çok döküntü ve kasvetli bir yer – tırstık açıkçası biraz. Otelimiz ise rahatlıkla korku filmi çekilebilecek bir mekandı. Alt kattan sabaha kadar kavga sesleri geliyordu ve ben gece yarısı kabuslarla boğuşurken kan ter içinde uyandım. Sabah kahvaltıda otelin diğer sakinlerine söyle bir göz attım. Tazmanya canavarı tişörtlü, topallayan, faça dolu öyle bir herif vardı ki aman abi diyip kahvaltımızı yutarcasına tükettik ve uzaklaştık mekandan. O gün turistlik yapmak üzere York şehrine gittik, gezdik mezdik, Viking müzesine gittik. Akabinde yeni Terrorizer (hastası olduğum metal dergisi) alıp oturduk bir yere dinlenelim diye ama dergiyi karıştırırken bir de ne görelim, Anathema aynı gece Londra’da çalacaktı! “Yürü hadi bir daha gidelim!” diye gaza gelip atladık arabaya, teptik onca yolu ara vermeden ve konserin sadece başını birazcık kaçırmış olarak sora sora bulduğumuz “Devil’s Chuch” (London Underworld)’ten içeri girdik (millete adresi sorarken topladığımız bakışları siz tahmin edin artık...). Girdiğimizi gören Danny şaşırdı, gülümseyip selamladı bizi sahneden. İçeride 10-15 kişi vardı, bomboştu. Ama hepimiz acaip azdık! Yine çok eğlendik, yine çıkışta grupla konuştuk, hatta eve dönerken bile daha birkaç kere yolda minibüsleriyle karşılaşıp tekrar selamlaştık, sonra mutlu ve tatmin olmuş birer fan olarak evimize vardık. (Merak eden varsa söyliyim, My Dying Bride’ı da aynı Bradford Rio’da izleme şansına sahip olduk. Paradise Lost’u ise İngiltere’de yakalayamadık, Türkiye’yi beklemek zorunda kaldık.)
Gel zaman git zaman İngiltere işi bitti, biz İstanbul’a döndük. Bir gün arkadaşlarla hep beraber takılmaktaydık ki Atilla (Asafated) geldi ve dedi ki “Şu şu tanıdıklarım Anathema’yı getiriyormuş, onlarla ilgilenecek, tercümelerini falan yapacak birini arıyorlarmış, ben de seni önerdim, hem tanıyorsun, hem de İngilizcen iyi diye. Kabul edersen gel tanıştırayım.” Ben el ve ayak tutmaması durumu yaşamaya başladım çünkü o an bir hayalim gerçekleşmekteydi ve tıpış diye Ati’nin peşinden gittim Cem bey denen kişiyle tanışmaya. “Tamam, ben seni ariycam, sen bunun üzerine Princess Hotel’e gelicen hemen, oradan havaalanına grubu almaya gitcez” dedi. Herkes “Ulan ne ballısın!” derken benim ayaklarım yerden kesilmişti, yerin bir metre falan üstünden süzülmekteydim baygın buğulu Spongebob bakışlarıyla.
…
…ve burada bu yazıya ara vermişim – yıllarca! Demek ki nasıl gözümde büyüdüyse onca şeyi yazmak! Şimdi sözü bitirmek gerekirse şunu söylemek isterim ki bütün detaylarına girmeye imkan yok – ama bazılarını aşağıdaki diyalogda bulabilirsiniz. O diyaloğu da yazmış ama hiçbir yere vermemişim yayınlanması için. Burası iyidir, burada dursun:
Bunları kimseye anlatmayalım tamam mı Cenk? -Tamam Seyda.
S: Anathema gideli neredeyse aylar oldu, ben daha hala bir yazı yazamadım yaa. İş güç sahibi biri olmak zor valla...
C:...
S: Sana diyorum!...Çıkarsana şu kulaklığı!
C:... Ne? Misfits dinliyordum yaa.
S: Anathema diyorum ben!...Aa, Misfits dedin de Dave geldi aklıma. Nefisti cover, keşke kaçırmasaydın.
C: Evet, keşke. Dave’le bayaa lafını etmiştik. Kardeşiyle Misfits cover grubu var ya. Hatebreeders diye. Loz’un vokali acaip uygunmuş olaya.
S: Kimbilir nasıl eğleniyorlardır çalarken...Baksana, sence hangi fotoğrafları yolliim fan club’a?
C: Yarısını yolla bence, nasılsa hepsi aynı.
S: Olur mu canım öyle şey, bak mesela burada Vincent on derece sola dönmüş. Bundan bir kopya bende de bulunmak zorunda.
C: Yahu beş gün beraber yaşadık heriflerle, hala yetmedi mi? Neyse, bak şu Vincent’in tırnak kirinin uzaktan bile göründüğü fotoğrafı yollama da her daim ibret olsun sana!
S: Lütfen sataşmayalım! Yetip yetmeme meselesi diil ki canım, ama olayımı biliyorsun işte. Tamam, beş gün gerçekten yorucu geçti, ama değdi bence...hem oteli hatırlasana, böyle gotik bir ortamdan başka türlü nasıl haberimiz olacaktı ? Ayrıca akşamları Danny’nin lobide piyano çalması da nefisti.
C: Hmm, korku filmi müziklerini çalması ilginçti hakkaten. Ama donduk valla...
S: Yaa evet, ne soğuk günlerdi. Zaten Danny havanın sıcak olacağını tahmin ederek incecik geldi ya İngiltereden. Daha havaalanında minibüsü beklerken pişman oldu zavallım. Neyse ki atkımla imdadına yetiştim.
C: Ben de Vincent’a konser öncesi eldivenlerimi vererek yardımcı oldum. Ne de olsa gitarist gitaristin halinden anlar...
S: İkinci gün de sen yoksun diye aynı görevi ben yerine getirdim...
C: Aferin, çok iyi kalplisin doğrusu!...
S: Aaa, evet, bak bunu Martin de düşünüyor...
C: Nasıl yani, ne dedi ki?
S: İstiklal’de yemek yemeğe gitmiştik, ben de onun döner ekmek almasına yardım ediyordum. Çok şirin, çaresiz bir ses tonuyla, kendini ne kadar aptal hissettiğini söyledi. “Sen olmasan yemek bile alamam” filan dedi, ben de ona, her türlü yardımın benim için bir zevk olduğunu söyledim. Sonra da o “Senin gibi insanlardan daha fazla olsaydı dünya daha iyi bir yer olurdu. Sen bir meleksin.” dedi.”Tabi olum” filan tribine girecektim, girmedim. Nefis mutlu oldum ama! Aa, bu arada, söylemiş miydim hatırlamıyorum, Martin’in kız arkadaşının erkek kardeşi Bal Sagoth’un klavyecisiymiş!
C: Dünya çok küçük zaten. Biliyorsun, Carcass elemanlarını da tanıyor Dave. Anlatmıştı ya, Ken Owen televizyon seyrederken komaya girmiş, Jeff Walker da saçları kesmiş ve bankada çalışıyormuş.
S: Ya evet, koskoca Carcass bu hale mi gelecekti? Düşünsene, kredi kartı borcunu Jeff Walker’a ödüyor orada birileri...Neyse, dünya küçük diyorduk da, Vincent da İstanbul’a ayak basar basmaz, İngiltere’de havaalanında Carlos Santana’ya rastladıklarını anlatmıştı ya heyecanla...Onlar için ne kadar şaşırtıcı birşeydi! Santana da onların gitarlarını filan görüp onlara bakmış diye acaip mutlu olmuşlardı.
C: Her ne kadar bazen rock star havalarına bürünseler de aslında gayet normal adamlar zaten. Bizim heyecanlarımızı onlar da hissediyor, özellikle Voivod konusunda Vinny’le aynı görüşe sahibiz.
S: Yaa çok komikti, hani sen Maskeli’ye gelmeden önce canı aşırı Voivod çekmişti de ufak bir kağıda “Dimension Hatröss – Tribal Convictions” yazıp çalmalarını istemişti. Maskeli’de Voivod bulunamayınca çok üzülmüştü ama sonra sen geldin ve kağıdı gördün, sonra CD case’inden albümü çıkardın, gözlerine inanamadı o anda.
C: Haha, evet, parça çalarken de “Dünyanın en iyi şarkı sözlerini Voivod yazıyor oolum” diye seviniyordu. Eric Forrest’ın ona yılbaşı kartı attığını da anlatmıştı o gece.
S: Dave de şeyi anlatmıştı hani, Glen Danzig onun idolü ya, bir arkadaşı onları tanıştırmış ve Danzig de Dave’e elini uzatmış, o da sıkmayıp sadece “Hi” diyebilmiş...onun hep bir idol olarak kalması, “gerçek” bir insana dönüşmemesi için. Aslında kaba bir hareket ama bir bakıma mantıklı da, çünkü uzaktan hayran olduğun insanları yakından tanıdığın zaman bütün büyü yok oluyor, zaaflarını ve hiç de hayran olunmayacak yanlarını görüyorsun.
C: Senin için büyü yok oldu mu peki? Artık kaç senedir o kadar iyi tanıyorsun ki herifleri...
S: Ben şu anda onları İngiltere’deki bazı arkadaşlar olarak görüyorum, ne daha fazla, ne daha az. Zaten o kadar çok şey duydum ve gördüm ki onları normal adamlar olarak görmiyim de naapiim.
C: Eh, iyi bari!
S: Aaaa, bak adamlar ayrı, grup ayrııı! Anathema çok özel gruptur benim için her zaman.
C: Aman be, bu yine aynı kafada, tamam, tamam!...
S: Ama bak sen de çok beğendin konseri, hem herifleri de sevdin bu sefer.
C: Yaa tamam, evet, hepsi de şirindiler bu sefer, geçen geldiklerinde çok şımarık gelmişlerdi bana.
S: Değildiler ama, aynıydılar bana göre. Belki bir tek Danny biraz farklıydı, şimdi bir Fransız kızla ciddi bir ilişkisi var ya, bu onu biraz olgunlaştırmış gibi geldi bana. Ona hediye almak istiyordu da bütün İstiklali dolaşmıştım onunla. Sonra da bir dükkana girdi, çipçirkin şeylere bakmaya başladı. Ben de ona yol gösterdim, “o çirkin, bak bu güzel” diye diye sonunda konserde giydiği gri üst’ü aldırdım. Kabinde denemedi zaten, tezgahtar çocukların şaşkın ve ısrarlı bakışları altında ortalık yerde soyundu giyindi. Fakat bakışlardan fazlasıyla rahatsız oldu. Kızıl rasta saçlı pek fazla müşterileri olmasa gerek...Neyse, bana paralarını gösterdi, yazık, onca sıfırdan birşey anlamıyordu tabi, ben de aradan üç milyon çekip kasaya verdim. Bu arada kız arkadaşı onun giyim zevkinden kesinlikle yoksun olduğundan yakınıyormuş. Zaten ona baktığı giysiler de felaketti, ben de kadın gözüyle yardımcı oliim dedim, ona daha hoş, feminen, kızın gururunu okşayacak şeyler önerdim. Ama sonuçta hiçbirşey almadı ona, sonra nasılsa tekrar geliriz diye.
C: Gittik de zaten, ama yine birşey almadı.
S: Evet, ama Greg feci desenli bir Quiksilver gömlek almıştı o gece!
C: Yaa evet, mavili kırmızılı acaip bir renkti. Greg çok tatlı herifti ama o aldığı gömleğe akıl sır erdiremedim, adam bayıla bayıla aldı yaaa!! Danny’nin kot pantolon denemesini hele hiç unutmiicam, çoraplar filan!!...
S: Bir de botlara hasta olmuştu, ama azıcık para bozdurdukları için almadı. Nasıl ucuz geliyor buralar onlara, “bir dahaki sefere bol parayla alışverişe gelelim” diyorlardı habire.
C: Ama zaten çok az paraları var, Danny’nin dediğine göre bugüne kadar müzikten ancak ikibin pound kazanmışlar. Esas bedava içki, yemek ve gezme olayı cazip geliyormuş onlara turnelerde. Eğleniyorlar yani, ama doğru düzgün para kazanamıyorlar bu işten.
S: Doğrudur, Martin de işsizlik parası alıyor mesela.
C: Sound engineer’lik yapmıyor muydu o ?
S: Evet ama orada da işler hep torpil ve tavsiyeyle yürüyormuş. Pek parlak diil yani durumları.
C: Danny de artık barlarda Radiohead coverları çalacağını söylüyordu.
S: Onlara tapıyor zaten, “Keşke Radiohead’de olsam” diyordu.
C: Dave’in verdiği Katatonia albümünü koysana bu arada, ne zamandır dinlemedik.
S: Tamam...Ya Dave nefis metalci dimi, adam bu yola baş koymuş resmen.
C: Kesinlikle. Hayvanlar ve çocuklardan bile nefret ediyor. Oteldeki kuşların hepsini vurmak lazım diyordu ya, “zaten burası hayvan hastanesine benziyor” diyerek.
S: Evet, öyle konuşuyor da gerçekten bir canlıya zarar verebileceğini pek zannetmem.
C: Bir de asansördeki esprisi var ama, unuttun mu?
S: Hangisi?
C: Asansörde uyarı levhasında “12 yaşın altındaki çocukların tek başına binmeleri yasaktır” yazıyordu ya, Dave onu “12 yaşın altındaki çocuklar vurulmalıdır” şeklinde yorumlamıştı!
S: Arkadaş kara mizah yapmakta bir numara zaten. Burada bulundukları süre içinde en sıkı espriyi de yine o yapmıştı zaten...
C: Deprem olur da hepsi enkaz altında kalırlarsa fanzinlerin atacakları başlık esprisi mi?
S: Haha, evet. “Anathema have gone underground again!”
C: Havaalanında ayrılırkenki de çok komikti, hani Çağlan “Bir dahaki sefere görüşmek üzere” dedi de Dave “Hmm, bir daha geleceğimizi pek sanmıyorum, zaten deprem olacak ve hepiniz öleceksiniz, yani bir daha görüşeceğimizi pek sanmam...” diye cevap verdi.
S: Bir de (Punk) Levent’le ilgili tespitleri nefisti.
C: Neydi onlar? Ben kaçırmış olabilirim.
S: Greg ve Dave erken yatıp erken kalkıyorlardı ya, nispeten yani, işte yine bir sabah lobide oturuyorduk da elemanlardan biri gelip Levent’in nerede olduğunu sordu. Dave de “Olum, o daha yeni yatmıştır, herif rocker ne de olsa. Bizim hiç olmadığımız kadar hem de” dedi.
C: Bir de Levent’in odasında Ben-Gay bulup iki saat espri konusu yapmışlardı!
S: Mike bana gelip üzerindeki “analjezik” yazısını gösterip “Bu anal olarak kullanılması gereken bir krem dimi” diye sormuştu gülmekten yerlere yatarak.
C: Şaşkınlar!
S: Çocuk gibi eğleniyorlardı işte. Bu arada Mike’ın bir ara My Dying Bride’da çaldığını biliyor muydun?
C: Aa, ne zaman?
S: Peaceville X albümü var ya, oradaki “Roads”da davulları o çalmış. Ama toplam bir-iki ay grupta kalmış, o kadar.
C: Vay be. Martin ne diyor MDB hakkında?
S: Hiç de iyi şeyler anlatmıyor. Ama MDB anlattığı gibilerse onlara tepki duyması gayet normal, çünkü kendisi çok mütevazi biri ve her türlü afra-tafra’dan uzak. MDB elemanlarının tutumu ise pek onun kişiliğine uymuyor. Gerçi Martin’in de bazen deliliği tutuyor ama olsun, çok tatlı yanları var.
C: Mesela?
S: Mesela kız arkadaşını çok seviyor. Sonra hepsi gibi o da sokak çocuklarının haline çok üzüldü.
C: Zaten hepsi de şaşıp kaldılar bu duruma. Bazen ciddileşebiliyorlardı, ama genelde hep eğlenceye çalışıyor kafalar. Hele Vincent’in gitmeden önce havaalanında yaptığı break dans gösterisi, yerlerde yuvarlanmalar filan neydi öyle!
S: Çok komikti valla, herkes bize bakıyordu. Bazı minik kızlar da “Ay bak bunlar sanatçı galiba” yorumunda bulunmuşlardı olayları izlerken. Vincent’in pasaportundaki fotoğraf nasıldı ama, sarhoşken (!) çekilmiş!
C: Felaketti. Şimdi naapıyor herif? O ve Danny taşınacaklardı, taşınmışlar mı?
S: Bilmiyorum ama geçenlerde Vincent e-mail attı, şu anda herkes kendi evinde bireysel olarak bir sonraki albüme hazırlanıyormuş. Vincent da Peaceville ile bir proje üzerinde çalışıyormuş. “Old and rare stuff” olacakmış diyor.
C: Hmm, hem bu, hem de yeni albüm hazırlıkları demek. İyi bakalım. Acaba John’un kız kardeşi de söyleyecek mi yine?
S: Kimbilir. Küçüklerken çok kızıyormuş evde bağıra çağıra şarkı söylemesine ama şimdi işlerine yarıyor işte.
C: Ya baksana, aslında bütün bu detayları dergiye yazabilirsin, ilginç olmaz mı? Daha bin tane anı var böyle, hem acaip uzun bir yazı olur.
S: Ne yazcam olum. Özel anılar bunlar, niye herkesle paylaşiim ki?
C: Doğru, ne yazcan. Kendine saklamak en iyisi... Destruction koysana.
S: Tamam, ver..
Kendinizi kötü hissettiğinizde siz ne yaparsınız bilmem. Ben genelde yazı yazarım. O yüzden bu belki de anlamsız ve gereksiz Anathema yazısını yazmaya koyuldum. İlham kaynağı dünki konser olsa da bu tam anlamıyla bir konser yazısı değil. Bir “ilişki” yazısı. İnişleri ve çıkışlarıyla.
Anathema ile “ilişkim” 90’lı yılların başlarına dayanıyor. İlk kez Lars adlı bir Alman arkadaşımız dinletmişti onları bana ve o dönemki eşim olan Ufuk’a. Tapmıştık. O dönem biz klasik heavy metal’le ve thrash’le coşarken doom death kapısı aralanmıştı bizim için ve o aralığı en kısa zamanda ardına kadar açtık biz! Anathema’yı Türkiye sınırları içinde ilk dinleyenlerden ve ilk fanlarındandık. Birçok arkadaşımıza yine ilk biz dinlettik. O yıllar büyülüydü adeta. Doksanlı yılların tamamı büyülüydü zaten. Doom death’in bunda etkisi büyüktü. Yeni ve derinden etkileyici bu janrın en baba temsilcileri olan Anathema, My Dying Bride ve Paradise Lost’un ateşli birer hayranı olarak 1995 yılında İngiltere’de kaldığımız dönemlerde konserlerini beklemeye koyulduk...Mutlaka canlı olarak izlemeliydik onları kendi ülkelerinde.
Ve nihayet beklenen konser haberini aldık! ’95 yazında güneşli bir günde Bradford Rio kulübünün önünde 5-6 kişi takılmaktayken Maidenhead’den yola çıkmış olan Ufuk ve ben de oraya vardık. Kızıl rasta saçlı bir herifin yanına gidip tanıştım, gerçekten de tahmin ettiğim gibi Danny’di. Yere göğe sığdıramadığım ve bence dünyanın en iyi gruplarından birinin gitaristinin öylece “normal” bir insan gibi ortalıkta dolanıyor olması inanılmaz gelmişti. Hem zaten niye izdiham yoktu ki? İnsanlar içeri girmiş olmalıydı, kulübün önündeki tenhalık ancak böyle açıklanabilirdi...
Fakat içeri girdiğimizde şok halim devam etti. Sadece 50 kadar insan vardı! Nasıl olurdu bu, nasıl??? Bu grup nasıl bu kadar az seyirciye çalacaktı, üstelik tüm metal camiası onlardan bahsederken, dergiler onların röportajlarıyla dolup taşarken??? Neyse, canıma minnet, bari rahat izleyeceğim diyip konseri kah ağzım bi karış açık, kah azarak izledim. Serenades ve Pentecost III’den çaldılar hep. Darren’in ayrılmasından sonra Vincent daha yeni geçmişti vokale ama henüz deneyimi az olmasına rağmen beni çok etkilemişti. (Bu arada ilginç bir anekdot da Duncan’ın üzerindeki beyaz fırfırlı gotik gömleğini daha önce bir konserde bizim Lars’ın üstünde görmüş ve ondan satın almış olmasıydı).
O gün Danny ile arkadaş olmuş ve süper muhabbet etmiştik. Bizi zaman zaman alt grupları olan Solstice elemanlarıyla tanıştırmıştı “Bakın bu arkadaşlar Türkiye’den gelmiş olm!!” diye. Beraberce çikolata falan yemiş ve çok eğlenmiştik. Solstice’in davulcusu Shawn çok centilmendi, elime bir buse kondurmuş ve teatral bir biçimde iltifatlar etmişti, gotik kıyafetlerinin içinde Prag şehrinin güzelliğinden bahsederken bir önceki yüzyıla aitmiş gibi görünüyordu.
Danny’ye “Neden Türkiye’ye gelmiyorsunuz?” demiştim, o da “Gelmek isteriz ama orada kimse bizi tanımıyor ki!” diye cevap vermişti. Ben de “Hiç te bilem, birsürü fanınız var!” diye yalan söylemiştim (nereden bilecektim ki bir gün gerçekten böyle olacağını?). Bunun üzerine, “O zaman menejerimizle konuşun, gelelim” demişti. Ben “Yok yok vazgeçtim, gelirseniz şimdi bir de acaip popüler falan olursunuz, bütün minik okul kızları tişörtlerinizi giyer dolaşır falan, istemem” diyince o da “Biz de bunu istiyoruz zaten!” demişti (nereden bilecekti ki bir gün gerçekten bunun gerçekleşeceğini?).
Neyse, mekandan ayrılma vakti geldi ve Ufuk’la otelimize döndük. Şirketin ona verdiği Ford Mondeo orada acaip göze batıyordu – Bradford çok döküntü ve kasvetli bir yer – tırstık açıkçası biraz. Otelimiz ise rahatlıkla korku filmi çekilebilecek bir mekandı. Alt kattan sabaha kadar kavga sesleri geliyordu ve ben gece yarısı kabuslarla boğuşurken kan ter içinde uyandım. Sabah kahvaltıda otelin diğer sakinlerine söyle bir göz attım. Tazmanya canavarı tişörtlü, topallayan, faça dolu öyle bir herif vardı ki aman abi diyip kahvaltımızı yutarcasına tükettik ve uzaklaştık mekandan. O gün turistlik yapmak üzere York şehrine gittik, gezdik mezdik, Viking müzesine gittik. Akabinde yeni Terrorizer (hastası olduğum metal dergisi) alıp oturduk bir yere dinlenelim diye ama dergiyi karıştırırken bir de ne görelim, Anathema aynı gece Londra’da çalacaktı! “Yürü hadi bir daha gidelim!” diye gaza gelip atladık arabaya, teptik onca yolu ara vermeden ve konserin sadece başını birazcık kaçırmış olarak sora sora bulduğumuz “Devil’s Chuch” (London Underworld)’ten içeri girdik (millete adresi sorarken topladığımız bakışları siz tahmin edin artık...). Girdiğimizi gören Danny şaşırdı, gülümseyip selamladı bizi sahneden. İçeride 10-15 kişi vardı, bomboştu. Ama hepimiz acaip azdık! Yine çok eğlendik, yine çıkışta grupla konuştuk, hatta eve dönerken bile daha birkaç kere yolda minibüsleriyle karşılaşıp tekrar selamlaştık, sonra mutlu ve tatmin olmuş birer fan olarak evimize vardık. (Merak eden varsa söyliyim, My Dying Bride’ı da aynı Bradford Rio’da izleme şansına sahip olduk. Paradise Lost’u ise İngiltere’de yakalayamadık, Türkiye’yi beklemek zorunda kaldık.)
Gel zaman git zaman İngiltere işi bitti, biz İstanbul’a döndük. Bir gün arkadaşlarla hep beraber takılmaktaydık ki Atilla (Asafated) geldi ve dedi ki “Şu şu tanıdıklarım Anathema’yı getiriyormuş, onlarla ilgilenecek, tercümelerini falan yapacak birini arıyorlarmış, ben de seni önerdim, hem tanıyorsun, hem de İngilizcen iyi diye. Kabul edersen gel tanıştırayım.” Ben el ve ayak tutmaması durumu yaşamaya başladım çünkü o an bir hayalim gerçekleşmekteydi ve tıpış diye Ati’nin peşinden gittim Cem bey denen kişiyle tanışmaya. “Tamam, ben seni ariycam, sen bunun üzerine Princess Hotel’e gelicen hemen, oradan havaalanına grubu almaya gitcez” dedi. Herkes “Ulan ne ballısın!” derken benim ayaklarım yerden kesilmişti, yerin bir metre falan üstünden süzülmekteydim baygın buğulu Spongebob bakışlarıyla.
…
…ve burada bu yazıya ara vermişim – yıllarca! Demek ki nasıl gözümde büyüdüyse onca şeyi yazmak! Şimdi sözü bitirmek gerekirse şunu söylemek isterim ki bütün detaylarına girmeye imkan yok – ama bazılarını aşağıdaki diyalogda bulabilirsiniz. O diyaloğu da yazmış ama hiçbir yere vermemişim yayınlanması için. Burası iyidir, burada dursun:
Bunları kimseye anlatmayalım tamam mı Cenk? -Tamam Seyda.
S: Anathema gideli neredeyse aylar oldu, ben daha hala bir yazı yazamadım yaa. İş güç sahibi biri olmak zor valla...
C:...
S: Sana diyorum!...Çıkarsana şu kulaklığı!
C:... Ne? Misfits dinliyordum yaa.
S: Anathema diyorum ben!...Aa, Misfits dedin de Dave geldi aklıma. Nefisti cover, keşke kaçırmasaydın.
C: Evet, keşke. Dave’le bayaa lafını etmiştik. Kardeşiyle Misfits cover grubu var ya. Hatebreeders diye. Loz’un vokali acaip uygunmuş olaya.
S: Kimbilir nasıl eğleniyorlardır çalarken...Baksana, sence hangi fotoğrafları yolliim fan club’a?
C: Yarısını yolla bence, nasılsa hepsi aynı.
S: Olur mu canım öyle şey, bak mesela burada Vincent on derece sola dönmüş. Bundan bir kopya bende de bulunmak zorunda.
C: Yahu beş gün beraber yaşadık heriflerle, hala yetmedi mi? Neyse, bak şu Vincent’in tırnak kirinin uzaktan bile göründüğü fotoğrafı yollama da her daim ibret olsun sana!
S: Lütfen sataşmayalım! Yetip yetmeme meselesi diil ki canım, ama olayımı biliyorsun işte. Tamam, beş gün gerçekten yorucu geçti, ama değdi bence...hem oteli hatırlasana, böyle gotik bir ortamdan başka türlü nasıl haberimiz olacaktı ? Ayrıca akşamları Danny’nin lobide piyano çalması da nefisti.
C: Hmm, korku filmi müziklerini çalması ilginçti hakkaten. Ama donduk valla...
S: Yaa evet, ne soğuk günlerdi. Zaten Danny havanın sıcak olacağını tahmin ederek incecik geldi ya İngiltereden. Daha havaalanında minibüsü beklerken pişman oldu zavallım. Neyse ki atkımla imdadına yetiştim.
C: Ben de Vincent’a konser öncesi eldivenlerimi vererek yardımcı oldum. Ne de olsa gitarist gitaristin halinden anlar...
S: İkinci gün de sen yoksun diye aynı görevi ben yerine getirdim...
C: Aferin, çok iyi kalplisin doğrusu!...
S: Aaa, evet, bak bunu Martin de düşünüyor...
C: Nasıl yani, ne dedi ki?
S: İstiklal’de yemek yemeğe gitmiştik, ben de onun döner ekmek almasına yardım ediyordum. Çok şirin, çaresiz bir ses tonuyla, kendini ne kadar aptal hissettiğini söyledi. “Sen olmasan yemek bile alamam” filan dedi, ben de ona, her türlü yardımın benim için bir zevk olduğunu söyledim. Sonra da o “Senin gibi insanlardan daha fazla olsaydı dünya daha iyi bir yer olurdu. Sen bir meleksin.” dedi.”Tabi olum” filan tribine girecektim, girmedim. Nefis mutlu oldum ama! Aa, bu arada, söylemiş miydim hatırlamıyorum, Martin’in kız arkadaşının erkek kardeşi Bal Sagoth’un klavyecisiymiş!
C: Dünya çok küçük zaten. Biliyorsun, Carcass elemanlarını da tanıyor Dave. Anlatmıştı ya, Ken Owen televizyon seyrederken komaya girmiş, Jeff Walker da saçları kesmiş ve bankada çalışıyormuş.
S: Ya evet, koskoca Carcass bu hale mi gelecekti? Düşünsene, kredi kartı borcunu Jeff Walker’a ödüyor orada birileri...Neyse, dünya küçük diyorduk da, Vincent da İstanbul’a ayak basar basmaz, İngiltere’de havaalanında Carlos Santana’ya rastladıklarını anlatmıştı ya heyecanla...Onlar için ne kadar şaşırtıcı birşeydi! Santana da onların gitarlarını filan görüp onlara bakmış diye acaip mutlu olmuşlardı.
C: Her ne kadar bazen rock star havalarına bürünseler de aslında gayet normal adamlar zaten. Bizim heyecanlarımızı onlar da hissediyor, özellikle Voivod konusunda Vinny’le aynı görüşe sahibiz.
S: Yaa çok komikti, hani sen Maskeli’ye gelmeden önce canı aşırı Voivod çekmişti de ufak bir kağıda “Dimension Hatröss – Tribal Convictions” yazıp çalmalarını istemişti. Maskeli’de Voivod bulunamayınca çok üzülmüştü ama sonra sen geldin ve kağıdı gördün, sonra CD case’inden albümü çıkardın, gözlerine inanamadı o anda.
C: Haha, evet, parça çalarken de “Dünyanın en iyi şarkı sözlerini Voivod yazıyor oolum” diye seviniyordu. Eric Forrest’ın ona yılbaşı kartı attığını da anlatmıştı o gece.
S: Dave de şeyi anlatmıştı hani, Glen Danzig onun idolü ya, bir arkadaşı onları tanıştırmış ve Danzig de Dave’e elini uzatmış, o da sıkmayıp sadece “Hi” diyebilmiş...onun hep bir idol olarak kalması, “gerçek” bir insana dönüşmemesi için. Aslında kaba bir hareket ama bir bakıma mantıklı da, çünkü uzaktan hayran olduğun insanları yakından tanıdığın zaman bütün büyü yok oluyor, zaaflarını ve hiç de hayran olunmayacak yanlarını görüyorsun.
C: Senin için büyü yok oldu mu peki? Artık kaç senedir o kadar iyi tanıyorsun ki herifleri...
S: Ben şu anda onları İngiltere’deki bazı arkadaşlar olarak görüyorum, ne daha fazla, ne daha az. Zaten o kadar çok şey duydum ve gördüm ki onları normal adamlar olarak görmiyim de naapiim.
C: Eh, iyi bari!
S: Aaaa, bak adamlar ayrı, grup ayrııı! Anathema çok özel gruptur benim için her zaman.
C: Aman be, bu yine aynı kafada, tamam, tamam!...
S: Ama bak sen de çok beğendin konseri, hem herifleri de sevdin bu sefer.
C: Yaa tamam, evet, hepsi de şirindiler bu sefer, geçen geldiklerinde çok şımarık gelmişlerdi bana.
S: Değildiler ama, aynıydılar bana göre. Belki bir tek Danny biraz farklıydı, şimdi bir Fransız kızla ciddi bir ilişkisi var ya, bu onu biraz olgunlaştırmış gibi geldi bana. Ona hediye almak istiyordu da bütün İstiklali dolaşmıştım onunla. Sonra da bir dükkana girdi, çipçirkin şeylere bakmaya başladı. Ben de ona yol gösterdim, “o çirkin, bak bu güzel” diye diye sonunda konserde giydiği gri üst’ü aldırdım. Kabinde denemedi zaten, tezgahtar çocukların şaşkın ve ısrarlı bakışları altında ortalık yerde soyundu giyindi. Fakat bakışlardan fazlasıyla rahatsız oldu. Kızıl rasta saçlı pek fazla müşterileri olmasa gerek...Neyse, bana paralarını gösterdi, yazık, onca sıfırdan birşey anlamıyordu tabi, ben de aradan üç milyon çekip kasaya verdim. Bu arada kız arkadaşı onun giyim zevkinden kesinlikle yoksun olduğundan yakınıyormuş. Zaten ona baktığı giysiler de felaketti, ben de kadın gözüyle yardımcı oliim dedim, ona daha hoş, feminen, kızın gururunu okşayacak şeyler önerdim. Ama sonuçta hiçbirşey almadı ona, sonra nasılsa tekrar geliriz diye.
C: Gittik de zaten, ama yine birşey almadı.
S: Evet, ama Greg feci desenli bir Quiksilver gömlek almıştı o gece!
C: Yaa evet, mavili kırmızılı acaip bir renkti. Greg çok tatlı herifti ama o aldığı gömleğe akıl sır erdiremedim, adam bayıla bayıla aldı yaaa!! Danny’nin kot pantolon denemesini hele hiç unutmiicam, çoraplar filan!!...
S: Bir de botlara hasta olmuştu, ama azıcık para bozdurdukları için almadı. Nasıl ucuz geliyor buralar onlara, “bir dahaki sefere bol parayla alışverişe gelelim” diyorlardı habire.
C: Ama zaten çok az paraları var, Danny’nin dediğine göre bugüne kadar müzikten ancak ikibin pound kazanmışlar. Esas bedava içki, yemek ve gezme olayı cazip geliyormuş onlara turnelerde. Eğleniyorlar yani, ama doğru düzgün para kazanamıyorlar bu işten.
S: Doğrudur, Martin de işsizlik parası alıyor mesela.
C: Sound engineer’lik yapmıyor muydu o ?
S: Evet ama orada da işler hep torpil ve tavsiyeyle yürüyormuş. Pek parlak diil yani durumları.
C: Danny de artık barlarda Radiohead coverları çalacağını söylüyordu.
S: Onlara tapıyor zaten, “Keşke Radiohead’de olsam” diyordu.
C: Dave’in verdiği Katatonia albümünü koysana bu arada, ne zamandır dinlemedik.
S: Tamam...Ya Dave nefis metalci dimi, adam bu yola baş koymuş resmen.
C: Kesinlikle. Hayvanlar ve çocuklardan bile nefret ediyor. Oteldeki kuşların hepsini vurmak lazım diyordu ya, “zaten burası hayvan hastanesine benziyor” diyerek.
S: Evet, öyle konuşuyor da gerçekten bir canlıya zarar verebileceğini pek zannetmem.
C: Bir de asansördeki esprisi var ama, unuttun mu?
S: Hangisi?
C: Asansörde uyarı levhasında “12 yaşın altındaki çocukların tek başına binmeleri yasaktır” yazıyordu ya, Dave onu “12 yaşın altındaki çocuklar vurulmalıdır” şeklinde yorumlamıştı!
S: Arkadaş kara mizah yapmakta bir numara zaten. Burada bulundukları süre içinde en sıkı espriyi de yine o yapmıştı zaten...
C: Deprem olur da hepsi enkaz altında kalırlarsa fanzinlerin atacakları başlık esprisi mi?
S: Haha, evet. “Anathema have gone underground again!”
C: Havaalanında ayrılırkenki de çok komikti, hani Çağlan “Bir dahaki sefere görüşmek üzere” dedi de Dave “Hmm, bir daha geleceğimizi pek sanmıyorum, zaten deprem olacak ve hepiniz öleceksiniz, yani bir daha görüşeceğimizi pek sanmam...” diye cevap verdi.
S: Bir de (Punk) Levent’le ilgili tespitleri nefisti.
C: Neydi onlar? Ben kaçırmış olabilirim.
S: Greg ve Dave erken yatıp erken kalkıyorlardı ya, nispeten yani, işte yine bir sabah lobide oturuyorduk da elemanlardan biri gelip Levent’in nerede olduğunu sordu. Dave de “Olum, o daha yeni yatmıştır, herif rocker ne de olsa. Bizim hiç olmadığımız kadar hem de” dedi.
C: Bir de Levent’in odasında Ben-Gay bulup iki saat espri konusu yapmışlardı!
S: Mike bana gelip üzerindeki “analjezik” yazısını gösterip “Bu anal olarak kullanılması gereken bir krem dimi” diye sormuştu gülmekten yerlere yatarak.
C: Şaşkınlar!
S: Çocuk gibi eğleniyorlardı işte. Bu arada Mike’ın bir ara My Dying Bride’da çaldığını biliyor muydun?
C: Aa, ne zaman?
S: Peaceville X albümü var ya, oradaki “Roads”da davulları o çalmış. Ama toplam bir-iki ay grupta kalmış, o kadar.
C: Vay be. Martin ne diyor MDB hakkında?
S: Hiç de iyi şeyler anlatmıyor. Ama MDB anlattığı gibilerse onlara tepki duyması gayet normal, çünkü kendisi çok mütevazi biri ve her türlü afra-tafra’dan uzak. MDB elemanlarının tutumu ise pek onun kişiliğine uymuyor. Gerçi Martin’in de bazen deliliği tutuyor ama olsun, çok tatlı yanları var.
C: Mesela?
S: Mesela kız arkadaşını çok seviyor. Sonra hepsi gibi o da sokak çocuklarının haline çok üzüldü.
C: Zaten hepsi de şaşıp kaldılar bu duruma. Bazen ciddileşebiliyorlardı, ama genelde hep eğlenceye çalışıyor kafalar. Hele Vincent’in gitmeden önce havaalanında yaptığı break dans gösterisi, yerlerde yuvarlanmalar filan neydi öyle!
S: Çok komikti valla, herkes bize bakıyordu. Bazı minik kızlar da “Ay bak bunlar sanatçı galiba” yorumunda bulunmuşlardı olayları izlerken. Vincent’in pasaportundaki fotoğraf nasıldı ama, sarhoşken (!) çekilmiş!
C: Felaketti. Şimdi naapıyor herif? O ve Danny taşınacaklardı, taşınmışlar mı?
S: Bilmiyorum ama geçenlerde Vincent e-mail attı, şu anda herkes kendi evinde bireysel olarak bir sonraki albüme hazırlanıyormuş. Vincent da Peaceville ile bir proje üzerinde çalışıyormuş. “Old and rare stuff” olacakmış diyor.
C: Hmm, hem bu, hem de yeni albüm hazırlıkları demek. İyi bakalım. Acaba John’un kız kardeşi de söyleyecek mi yine?
S: Kimbilir. Küçüklerken çok kızıyormuş evde bağıra çağıra şarkı söylemesine ama şimdi işlerine yarıyor işte.
C: Ya baksana, aslında bütün bu detayları dergiye yazabilirsin, ilginç olmaz mı? Daha bin tane anı var böyle, hem acaip uzun bir yazı olur.
S: Ne yazcam olum. Özel anılar bunlar, niye herkesle paylaşiim ki?
C: Doğru, ne yazcan. Kendine saklamak en iyisi... Destruction koysana.
S: Tamam, ver..
Yorumlar
Yorum Gönder