Abigail Kış Tatilinde / Bölüm 1





Yazı yazmayı özledim!!!

İlham geldiği anlarda yazacağım onca yazı vardı, işlerden güçlerden vakit bulamadım, ilham da beklemedi, uçup gitti. Tekrar dönene kadar ben burayı biraz amacına uygun, yani internet günlüğü olarak kullanayım o halde.

“Abigail Tatilde” başlıklı yaz sayıklamalarımın bir kış versiyonu olabilir mi? Olsun! Yaz mevsimini pek sevmem zaten, kış çocuğuyum. Almanya’da karanlık bir Mart gününde doğmuş, karlar içindeki bebeklik fotoğraflarında yüzünde hep kocaman bir sırıtış olan, bahçedeki çiçeklerimizi yemeye gelen geyik ve tavşanları izlemekten mutluluk duyan bir bebektim. Hala daha iş arkadaşlarımla devamlı serviste ısı seviyesi üzerine tartışır dururuz:

Ben: “Kaloriferi kapatın yahu çok sıcak! Nefes alamıyorum!!!”

Onlar: “Hayııırrr donuyoruzzz, daha da açalım!”

Ben: “Yahu üzerinizde kışlık montlar var???”

Ya da:

Onlar: “Öff şu kış bir bitse! Havalar bir türlü ısınmadı!”

Ben: “Neee? Yahu yaz hiç bitmedi ki?! Her gün güneşli, her gün sıcak! Daha bir bere bile takmadık, kışlık giysilerin çoğu dolap bekliyor! Nerde karanlık, nerde kasvet, nerde kar???”

Onlar: “Kış kurdu yahu bu!”

Onlara benim gibi yaz-kış cam açık yatmalarını önerdiğimde ise “Üzerine daha fazla gitmeyelim, belli ki manyak” bakışlarıyla karşılaşıyorum. Ve serviste sıcaktan tüm nefes yollarım kapandığı için zaten artık sadece hayatta kalma mücadelesi verdiğim için tartışmaya son veriyorum.

İşte durum böyle olunca kış mevsiminde cereyan eden bir tatil beni o rahatsız edici boyutlardaki sıcak ve nemli günlerden çok daha mutlu ediyor, çok daha fazla dinlendiriyor. Daha huzurlu bir insan oluyorum bildiğin. Cayır cayır güneşin rahatsız ve insanı pelte etmediği, kışlık giysilerin içine gömülebildiğimiz, evde battaniye ile film seyretmenin zevkine vardığımız günler ne güzeldir ah ne güzeldir. Hele ki KKK’yi hiçbirşeye değişmem! Hayır, Ku Klux Klan değil. Yok, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan da bahsetmiyorum. Kahve-Kitap-Kedi üçlüsü benimkisi. Bakalım ne kadar yaşayabileceğim bunu bu tatilde.

Eh hadi bakalım, başlayalım kaptanın seyir defterine:

28 Ocak 2011, Cuma

Uzun ve yorucu bir dönem sonunda, tatile son dört saat kala, hayatımın bir ilk’ini yaşadım ve bunu kaydetmezsem çok büyük haksızlık olur: evet, hayatımın ilk zevkli matematik dersine şahit oldum! Belki de hayatımda izlediğim son matematik dersiydi bu. O yüzden öğrencilik yıllarımda hiç sevmediğim bir olgu ile barış çubuğumu içmiş olmak inanılmaz bir deneyim oldu. Carsten, iki düşmanın arasını yaptın, harikasın!

Sayılı zaman çabuk geçince bir de baktık ki 2 haftalık tatil süremiz başlamış! Çok sevgili güzel arkadaşlarım Jörg ve Carsten ile vedalaşıyor ve servise binmeden görebildiğim birkaç kişiye daha iyi tatiller diliyorum, ondan sonra hooop – ver elini evim güzel evim!

Çantalarımı eve atar atmaz gezme-tozma işlemlerini başlatmak oluyor ilk işim. Birkaç alışveriş ve hissedilen bin yıllık yorgunluktan sonra eve dönüp “av”ımı gözden geçiriyorum: hmmm, hiçbir zaman yeterince Norveç desenli giysim olamayacağına göre bir tane daha kar-kış temalı elbise ve eldiven aldığım iyi olmuş. Diğer yedi bilyon gazilyon tanesi ile tanıştırıyorum yeni çocukları, dolapta arkadaş olsunlar diye yan yana bırakıyorum.

Sonra annem ile karamelli çay keyfine geliyor sıra. Ancak her zaman yapmadığımız başka bir şey de var gündemde: internet ve youtube araştırmaları. Çok acaip şeyler oluyor insanın hayatı boyunca, insan çok tuhaf şeylere şahit oluyor ve dünya çok ama çok küçük, bunun kanısına varıyoruz tekrar tekrar. En son sanırım 13 yaşımda gördüğüm bir “çok yakınım”ı kim derdi ki ileride facebook diye bir şeyde göreceğim, kim derdi ki oradan youtube denen şeyde videolarını bulacağım. Daha neler göreceğiz bakalım…

Annem gidince kedim Merlin öneriyor: yatalım uyuyalım. Sonra öbür tarafa dönüp yine yatalım uyuyalım. Arada kalkıp televizyona bakalım. Sonra yatıp uyuyalım. Bence süper fikir, kendisine sonuna kadar katılıyorum. Ama planlarımıza hain bir saldırı var: Metehan ısrarla Suadiye’de Monc adlı bara gidip Temas grubunu izlememizi istiyor. Ve nihayetinde kendimi daha önce hiç gitmediğim bu ortamda, daha önce hiç dinlemediğim bu grubu dinlerken buluyorum. Performansları başlamadan önce grubun bir elemanı olan Ascraeus Tolga ile Ahmet’ten, Özgü’den filan bahsediyoruz. Herkes artık evlenip aile moduna geçtiği için birçok şey farklı tabii. Nostaljik duygulara kapılıyoruz. Fakat performans sırasında yaşadığım duyguları nasıl tarif etsem ki? Türkçe rock adı altında yapılan birçok şeye bilindiği üzere fazlasıyla mesafeliyim, dolayısıyla bu performansa dair tek diyebileceğim şey “it was not my cup of tea” olabilir. Fakat orada bulunan kitle halinden fazlasıyla memnundu, ben de azınlık olarak sesimi çıkartmadım, uslu uslu oturdum dinledim. İçimden geçenleri ise sadece orada bulunan sevgili lise arkadaşım Emrah anladı. Tatilimin ilk gecesi Tarkan cover’larına falan kurban gitti ama dedim neyse, şimdi gideceğim ve sabah 11’e kadar yatacağım, her şey iyi olacak!

29 Ocak 2011, Cumartesi

Sabah 08.30 da uyandım!!! Şaka mısın ya!

İşin ilginci Metehan da kalktı. İlk işi her zaman televizyonu açmak olduğu için yine bu rutin davranışı tekrarladı. Bu sefer hayırlara vesile oldu ama, çünkü 1987 yapımı Dirty Dancing vardı ve ben o yıldan beri izlememiştim.

Seyrederken gençliğimde Jennifer Grey’e ne kadar uyuz olduğumu hatırladım ama şirin kızmış yahu esasen! Tabii o yıllarda Patrick Swayze için ölüyorduk, o yüzden ona uzanan eller kırılsındı hahaha! Yalnız acaip olan şu: hala daha bakınca diyorum ki hakikaten zevkliymişiz “aşık” olduğumuz oyuncular konusunda: o dönem Şvayze mi, Şwayz mı, Sveyzi mi tam bilemediğimiz Patrick’in dışında Matt Dillon, Rob Lowe ve en bi aşkım olan C. Thomas Howell (yani neredeyse komple Francis Ford Coppola’nın The Outsiders kadrosu!) hakikaten bugün de geriye baktığımızda güzel çocuklarmış. E ama gerçek hayatta hoşlandığımız, okuldan veya çevreden, bir takım çocuklar ne alakaydı o zaman yahu?? Tutarsızlık dizboyuymuş. Ergenlik ne acayip!

Ayrıca 80lerin filmleri ne harikaydı yahu. Hepsini tekrar izlemek istiyorum. “Pretty in Pink”ler olsun, “Rumble Fish”ler olsun, “Breakfast Club”lar olsun, “Karate Kid”ler olsun, “Footloose”lar olsun…Hep 80ler partileri yapılacağına 80ler film gösterimleri de yapılsın!

Sevenlerin kavuştuğu, herkesin mutlu olduğu, kötülerin cezalarını bulduğu her filmin sonunda olduğu gibi içimde pembe ve çilekli sakız tadında bir his ile kalkıp hazırlandım, sonra da Metehan ile beraber çıktık, İlker (Gümüşoluk) ve Mesut (Süre)’yi aldık, bir stüdyoya gittik. Haydut grubunun elemanları ile tanışmış oldum (Vokal Volkan adeta Okan Yalabık! Kendisine “Pargalı!” diye hitap edesim vardı). Kendilerinin ikramları ve bol kahkaha, biraz da iş eşliğinde geçen saatlerin ardından yine yola koyulduk, bu sefer Moda’ya doğru. Ardından ver elini ev, üst baş değiş, ve bu seferki rota: Tezgah Bar’daki Goodbye to Heaven – Welcome to Hell!!! partisi.

Her zamanki “aile” ortamı vardı – uzun zamandır göremediğim ve özlediğim birçok sevdiğim suratın sahipleri ile hasret gidermenin yanı sıra bir de şimdi kimin hangi şarkısına olacağını söylememem daha doğru olan klip görüntüleri oluşturduk, uzun zamandır bu kadar eğlenip kudurmamıştık. Bildiğin serseriydik alayımız! Slow-motion pogo ise gecenin en saçma ve en eğlenceli icadı oldu.

Ben gecede sadece su içen sağlık misyoneri olarak elbette gecenin sonunda arabayı da kullanan şofer oldum. Ve sulu kar yağışı altında bir takım serfoş bünyeleri önce karın doyurmaya, ardından da sıcak yuvalarına götürdüm.

Artık uykuyu hak etmiştim, shut-down moduna geçişim hızlı oldu.

30 Ocak 2011, Pazar

Nihayet gerçek bir Pazar günü!

Gerçek bir pazara yakışır biçimde geç kalktık. Sonra Metehan çıktı, TRT FM’e konuk olarak davetliydi. Bense rahat ev kıyafetlerine büründüm, kahvemi yaptım ve sayın eşimin konuk olduğu programı dinledim. Kendisi eve döndüğünde de günü iki adet birbirinden nefis film ile kutladık:

Birincisi, Natalie Portman’ın Black Swan’ı idi. Diğeri ise The Man from Earth, ki bu gerçekten olağanüstü bir film. Mutlaka ama mutlaka izlenmeli.

31 Ocak 2011, Pazartesi

Yaşasın, tatilim yahu!

Hiç evden çıkmadım, üzerimde dünki ev kıyafetleri, no makyaj, saçlar paçoz stayla, iyice koyverdim gitti bugün. Ev modu: sonuna kadar ON!!!

Tabii evde oturmak “oturmak” anlamına gelmiyor – birikmiş onca işin bir kısmını yapabilmek adına evin içinde koşturmaca yaşanıyor bol bol. Yine de ev işlerinin arasında rakınrol adına ne yaptım diye bakacak olursak, Delikasap için bir sonraki röportaj konusunda bir ayarlama yaptım, bunun yanı sıra yazın rehberliğini yaptığım Obituary’den Ralph Santolla ile yazıştım, Rock FM’de bir miktar Arka Koltuk dinledim – bugün bizim Erdem (Çapar) konuktu ve konu arak şarkılardı – eh, yeterdi bugünlük.

Akşam seyrettiğimiz film ise bir taşla kaç kuş idi sayalım: hem tarihi bir konusu vardı (Yüz Yıl Savaşları), hem bilim kurgu idi (zaman yolculuğu hadisesi), hem Gerard Butler vardı (severiz), üstelik de İskoç aksanını konuşturuyordu (sadece konuşsa yeter, aktörlüğe gerek bile yok) – daha ne istenir ki?!?

Nat Geo Wild’da Vahşi Rusya belgeseli ise bugünün kapanışı yapıldı. Yaban domuzu yavrusu kadar şirin bir şey var mı ya? Az var.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Megadeth'in ilk İstanbul konseri

Rock the Nations Festival I

Manowar Konseri 2005