Okuma bunu boşuna
Erken çıktığım pazartesilerden biri. Okul bitmiş, keyfim yerinde, ev yolunu tutuyorum. Öğlen sıcağının tadını çıkaran kedilerin, sandaletli turistlerin ve müzik dükkanlarının yanından geçerek İstiklal’e ulaşıyorum ve Taksim meydanına doğru olağan ve bilindik yolculuğuma başlıyorum. Alman kitabevinin sahibi Thomas ile selamlaşıp devam ediyorum yürümeye. Ne kadar değişti buralar 1983 yılında Türkiye’ye geldiğimden beri diye düşünmeden edemiyorum. O zamanlar daha burası trafiğe açıktı, daracık kaldırımlardan düşe kalka ilerlerdik meydana doğru. Arada BAB cafe’de hamburger yemek için durulurdu mutlaka, içerisindeki music box ile çok “in” bir mekan olmuştu biz liseliler için. Vay be, ne günlerdi…Ardından trafiğe kapandı İstiklal Caddesi. Ne güzeldi ağaçlı hali. Sonra ağaçlar kesildi, çıplak kaldı. Tramvay geldi ardından. Ne çok değişiyor her şey, ne kadar da sık… Hah, Robinson Crusoe! Uğramamak olmaz. Hemen şu Germania ve Asterix: Uygarlığın Işıkları kitapları alınsın, yazın okun